Masanın diğer tarafındaki mor saçlarına fön çekilmiş, grafiti desenli bir tişört giyen adam geldiğinden beri elindeki tableti kurcalamaktan başka bir şey yapmadığı için onunla iletişim kurmak neredeyse hiç mümkün olmamıştı. Sağ tarafındaki takım elbiseli, gözlüklü, kılkuyruk avukatı ise sanki onun ağzıymış gibi davranıyordu. Buluşmayı ayarlayan Mehmet Karamanoğlu, çaba sarf etmeden rahat bir hayatın kapılarını aralamış müptezel bir herife derdini anlatmak zorunda kaldığı için konuşurken hem kendisini aciz hissediyor hem de öfkesini bastırmaya çalışıyordu. Başlangıçta uzlaşmacı bir dil kullanmasına rağmen bunun fayda etmediğini gördüğü için sonunda detaylara inmek yerine konuyu tüm çıplaklığı ile özetlemenin daha yararlı olacağına kanaat getirdi. “Büyüme politikalarınız fazla agresif, rekabet kurallarına uymuyorsunuz, şirketiniz sektörün dengelerini bozuyor. Asıl mesele parayla ilgili değil; onlarca yıldır var olan, marka haline gelmiş işletmelerin batması kendi sofra kültürümüzü kalıcı olarak tahrip eder.”
Sözün muhatabı sağırmış gibi oturmaya devam etti, briyantinli saçları arkaya taranmış olan avukat ise küçümseyici bir şekilde dudaklarını büzdü. “Mehmet Bey, bir şeyi yanlış anlamışsınız, size bu görüşmeyi markanızı satın almak için ayarlamıştık. Bizimle aynı niyette değilseniz lütfen vaktimizi boşa harcamayın.”
Mehmet mor saçlı adamın gözlerinin içine odaklanarak konuşma ısrarını sürdürdü. “Berkay ne yaptığının farkında mısın, geçmişimizi siliyorsun.”
Beriki sonunda oturduğu yerden doğruldu, bu hitap şeklinden hoşlanmamış gibi gözükse de öfkesinin ardında farklı bir gerekçe vardı. “Geçmiş ya da gelecekle ilgili herhangi bir şeyin umurumda olduğu algısına da nereden kapıldın? Sırf kiminle konuştuğunu anla diye bunları söylüyorum, şu an bizden teknoloji olarak fersah fersah ilerde olan bir medeniyetin oluşturduğu aşırı gelişmiş bir simülasyonun içerisindeyiz. Daha geniş bir pencereden baktığımızda geleneklerin, dogmaların ve fikirlerin önemi kalmıyor; geriye sadece elimize tutuşturulmuş bir kumanda buluyoruz. Bizim bir parçası olduğumuz bu oyunun nasıl biteceği bir anlam ifade etmiyor. Bence olması gerektiği gibi yapıp sen de kendini gereğinden fazla ciddiye almamalısın. Gidelim Emre, burada oturmaktan iyice sıkıldım.”
Avukat toparlanırken gözü Mehmet’in üzerindeydi. “Fikrinizi değiştirdiğinizde doğruca beni aramanızı tavsiye ederim.”
Onların hiçbir şeye aldırmadan çekip gitmelerini izlemek can sıkıcıydı. Sanki dakikalarca Monopoly oynayan iki yapay zekâ ile iletişim kurmaya çalışmıştı.
Mehmet’in yanında gelen Hacı Şevki isimli Türkiye’de elli bayisi olan markanın sahibi Şevket Vaktiyok başından beri ne olup bittiği ile hiç ilgilenmemiş gibi gözüküyordu, ihtiyar adam saatini kontrol etti. “Mehmet, ben bir öğleyi kılmaya gidiyorum, önemli bir şey olursa söylersin.”
Yanında oturan diğer yaşlı adam Duldul Döner’in sahibi Cemşit Dudullu’nun ise suratında derin bir şaşkınlık vardı. “Anlamadım, sülümasyon ne be? Mehmet, senin yapacağın işe tüküreyim. Otuz senedir, yurtiçi ve yurtdışında hizmet veriyorum, böyle rezil olduğumu hatırlamıyorum. Torunum yaşındaki biriyle konuşalım diye bizi buraya getirdin, senin yüzünden bir araba laf yedik üstüne boyalı pezevenk bize iyice kinleşti, hele söyle bakalım şimdi ne olacak bu işin sonu?”
“Daha bitmedi Cemşit Amca, en azından bu meselenin onurlu bir yoldan çözülemeyeceğinden emin olduk. Şimdi başından beri yapmam gereken şeyi yapacağım, önce köylüm Mümtaz’a ulaşmalıyım.”
*
Berkay Atacan o günün akşamında villasının zemin katındaki oturma odasında bir kanepeye uzanıp, yanından ayırmadığı tableti ile hararetli bir şekilde hesaplamalar yapıyordu. O esnada haber vermeden gelen Avukat Emre Coşkun çevresi ile bağı tamamen kopmuş gibi gözüken arkadaşının dikkatini çekmek için pahalı zımbırtıyı çekip aldı. “Şimdi bununla uğraşmanın sırası değil, başımızı derde sokacak bir olayın yaşanması an meselesi.”
Diğeri ise bir anda kıpkırmızı kesildi. “Emre şu koduğumun tabletini ben kripto ile uğraşırken elimden alma demedim mi, kendi avukatım demem valla seni dava ederim. Kaldıraçlı işlem açıyoruz lan burada, saniyede milyon dolarlar kazanıp kaybediyorum.”
“Bu konu milyon dolarlardan daha önemli, Mehmet’in yanında çalışan bazı tanıdıklarımız, genç rakibimizin Sercan Dikbaş’a ulaşmaya çalıştığını söylediler.”
“Bana ne bundan, birkaç önemsiz adamın bir araya gelmesi beni niye ilgilendirsin?”
“Ne dediğinin farkında değilsin, benim bildiklerimi bilseydin şu an sen de her adımını dikkatle atardın. Sercan Dikbaş iyi bir yazardır fakat öykü ve roman yazmaktan başka ilgi alanları da var. Birkaç sene evvel batmakta olan bir yerel gazete sırf ona köşe yazarlığı verdiği için ülkenin dört bir yanında satılmaya başlandı. O zamandan bu yana fazla düzenli yazı göndermese de Meram’ın Sesi’ni artık onun genç ve sadık okur kitlesi sayesinde yüz bine yakın bir tirajla ayakta duruyor.
“Meram’ın nesi dedin, yüz bin mi? Sen benimle kafa buluyorsun herhalde, yanlışlıkla story atıp beş dakika sonra silmek için profilime girdiğimde o kadar görüntülenme alıyorum. Benim popülerliğim ile mukayese edilemeyecek bir adamın uyduruk bir matbu yayıncılık üzerinden bizi tehdit edebileceğini düşünüyorsan aklını kaçırmış olmalısın.”
Emre elbette botlara dahi ihtiyaç duymadan arkadaşının sosyal medya hesaplarının ne kadar çok etkileşim alabildiklerini biliyordu fakat böyle bir kıyas anlamsızdı. “Henüz bitirmedim, domino etkisi yaratmak için büyük kitlelere ihtiyaç yoktur, eğitimli bir azınlıkla kendi devrimini yapabilirsin. Bazı insanlar toplumun beyin hücreleri gibidir, herkesten önce onlar düşünmeye başlar ve diğerlerini etkilerler, Sercan Dikbaş’ı da farklı kılan detay da burada yatıyor, zeki insanlara daha kolay ulaşıyor.”
“Bunların hepsi boş laf, bir kayayı iskambil kâğıdı ile kıramazsın, bahsettiğin adam bana hiçbir şey yapamaz.”
*
Şöyle bir dönüp baktığımda yıllar geçmesine rağmen üslubumun pek de değişmediğini görüyordum, bu durumun iyi mi yoksa kötü mü olduğuna dair herhangi bir fikrim yoktu. Küçük ofisimde yazdığım kurgusal eserlerle hayatımı bir şekilde devam ettirebiliyordum. Zaman zaman editörüm Mümtaz tarafından cümleleri kısaca kestirip atmam ya da edebi ifadelere yeterince yer vermemem gibi gerekçelerle eleştiriliyordum, ona göre öykülerim olması gerekenden çok daha erken bitiyordu, aslında ben onları olması gerektiği gibi bırakmaktan başka bir şey yapmıyordum çünkü hikâyelerin kendilerini anlattıklarına inanırım. Bana göre etkili ve en anlaşılır ifadeleri elde etmenin yöntemlerinden biri verilmek istenen mesaja doğrudan ulaşmaktır.
Bana akıl vermekten hoşlanan arkadaşım Mümtaz’ın da edebiyata kişisel ilgisi olduğunu belirtmeden geçmemek gerekir. Birisi ona yazmakta olduğu romanını ne vakit tamamlayacağını sorduğunda ise çok kapsamlı bir eser üzerinde çalıştığından, işinin öyle kolay olmadığından, sakin ortama ve rahat bir kafaya ihtiyaç duyduğundan bahsederdi. Yazmanın aslında bir özgün düşünme işi ve farklı arayışlar gerektirmesi yanında düzen ve pratik istediğin bildiğim için böyle zamanlarda ona kızmamak için kendimi zor tutardım. Mümtaz’ın edebi metinleri analiz etme konusundaki ustalığı bir tarafa özgün metinler üretme konusunda bir halt beceremeyecek olduğunu dile getirmekten olabildiğince kaçınıyordum. Editörüm olarak bana çok faydası dokunduğu için aramızda ileriki yıllarda meydana gelebilecek bir fikir çatışmasının fitilini ateşlemek en son isteyeceğim şeydi.
Sonbahara kıyasla ılık sayılabilecek bir öğleden sonraydı, genç editörüm çocukluk arkadaşının bizi ziyarete geleceğini haber verdiğinde en fazla iki çift laflayıp gidecek sıradan misafirlerden biri olduğunu varsaymıştım. Fakat detaylar geldikçe kaynayan bir kazanmış gibi ısındığımı hissediyordum. “Mümtaz seni zengin ve patavatsız insanları yakınıma yaklaştırmaman konusunda kaç defa uyaracağım. OHA Pide’nin sahibinin burada ne işi var oğlum? Herhalde öykü kitaplarımı bundan sonra yanında bıçak arası ile paket servis yapıp satmamız gerektiğini söylemeyeceksindir. Şu isme bak, sanki pideler besi çiftliklerinden henüz canlıyken çıkartılıp satışa sunulmuş.” [1]
“Sercan Ağabey sakin olun lütfen, belki de Mehmet sizden bir reklam sloganı bulmanızı rica edecekti.” Söylediği şeyin kulağa ne kadar anlamsız geldiğinin farkında olmasından ötürü müdür bilemiyorum ama cümlenin sonuna doğru sesi git gide tizleşmişti.
“Benim böyle bir şeyle ilgileneceğimi nereden çıkardı? Bu ülkede reklamdan en son söz etmesi gereken kişi benimdir, bağımsız bir yayınevi kurup dağıtım ve pazarlama konusunda türlü türlü problemler yaşayan başka bir yazar tanıyor musun?” Dediğim kelimesi kelimesine doğruydu, yıllardır nasıl batmadığımızı ben de bilmiyordum. “On sene önce bir yemin ettim, popüler kültürü çağrıştırabilecek çevremdeki her şeyden uzak duracaktım ve bu uğurdaki her türlü fedakarlığı üstlenecektim, şimdi de bu meseleye farklı bir açıdan yaklaşmam mümkün değil.”
Genç dostum tüm öfkemi sanki bir sünger gibi emiyordu, birazdan onun yüzündeki sakin tebessümün bir şekilde beni yumuşatacağını tahmin etmek zor değildi. “Bu arkadaşla görüşecek olmanız yemininizi çiğneyeceğiniz manasına gelmiyor. Kendisini kibarca dinler, sonra da hayır dersiniz. Mehmet’in vaktiyle bana ve aileme çok iyiliği dokundu, lütfen ricamı kırmayın.” Ofisteki sessizlik benim itirazımı sonlandırdığım anlamına geldi, sonra ne kadar vakit geçtiğini bilmiyorum, içeri takım elbiseli, yakışıklı bir adam girdi. Onu buyur edip karşımıza oturttuk, tavırlarımdan uzun bir sohbete hevesli olmadığımı anlamış olacak ki hoş beşi kısa tutup asıl konuya girdi.
“Çocukluğumdan beri yemek sektörünün içerisindeyim, fastfood hiçbir zaman Türk mutfağına bir alternatif olamadı çünkü işlenmiş bir gıdanın kaliteli bir et ürünüyle yarışma şansı yoktur. Fakat geçen sene bir şeyler ters gitmeye başladı. Bulgurking’in ilk şubesi açıldığında burası bir işletmeden ziyade otonom sistemlerin uyumla çalıştığı bir fabrika gibiydi. Müşterilerin akıllı telefon uygulamalarıyla son derece uygun fiyatlarla menülerini seçebildikleri, dilerlerse kripto ödeme yönteminin kabul edildiği, robotların siparişleri masalara dağıttıkları bu mekân bilimkurgu öykülerinden fırlamış gibiydi ve insanların çok hoşuna gitmişti. İlk kez yolu düşen birine Bulgurking’in menüsü sanki bir zaman kapsülünün içerisinde uzun yıllar saklandığı izlenimini verebilirdi çünkü fiyatlar olması gerekenin yarısını geçmiyordu. Kulağa çılgınca geliyor ama o pahalı makineler başından beri bu amaca hizmet etmek için üretilmişti. Şefler ve garsonların olmadığı yirmi dört saat çalışabilen yeni bir işletme anlayışı sanki bir distopyaya doğru savrulduğumuzun ilk işaretiydi. Şubelerinin sayısı zamanla çoğaldı, belki bana inanmayacaksınız ama başta yüklü miktarda harcamalar yapılan bu modelde altı ay içerisinde kâra geçmek mümkündü.
Ülkenin dört bir tarafı Bulgurking şubeleriyle dolarken şirketin televizyon ve sosyal medyadaki gücü ise bir an olsun etkisini yitirmedi. Bu yeni marka güçlenirken onlarca yıllık işletmeler birer birer iflas etti. Sercan Bey, peki bizden daha iyi yaptıkları asıl şey sizce ne olabilirdi? Kesinlikle daha lezzetli yemekler sunmuyorlardı, bizi daha düşük kaliteli ürünlerle taklit ettiklerinin herkes farkındaydı fakat insanlar bizi yıllardır kendilerini kazıklayan kimselermiş gibi görmeye başlamıştı. İyi de iş gücünü ortadan kaldırmış bir sistemin fiyatlarına nasıl yaklaşabilirdik? Tüm bunların üstüne ünlüler Berkay Atacan’ın Youtube kanalına çıkmak için birbirleriyle yarışır hale gelmişlerdi, biz ise reklam vermek bir yana insanları işten çıkartmak zorunda kalıyorduk. Özetle bu işe bir dur demezsek yakında kaliteli yemeklerin yapıldığı tek bir restoran kalmayacak.”
Mehmet’in öyküleyici anlatımına kendimi kaptırmıştım, son cümleyi duyduğumda istemsizce tepki verdim. “Birinci çoğul şahıs ile konuştunuz, anlamadım kim bu işe bir dur diyecek?”
“Sercan Bey işte tam da bu meseleyi konuşmak için sizin yanınıza geldim, bu konuda kapsamlı bir araştırma yaptırdım.” Mehmet cebinden çıkardığı telefonu sanki katlanmış bir kâğıtmış gibi açtı, ekranın genişliği iki katına çıkmıştı, aradığı pasta grafiğini bulana kadar metinleri kaydırdı. “Fakat raporları bir kenara bırakalım, bizim için önemli olan insanların ne düşündüğü. Yüzde otuz ikilik kısım fiyatlardan, yüzde yirmi sekiz buçuk damak tadından, kalanların büyük bir kısmı ise bu yeni modern işletme biçiminden hoşlanmışlar. Tam anlamıyla bir bölünme söz konusu, benim teorime göre insanlar burayı neden tercih ettiklerini kendileri de bilmiyorlar, belki de gözümüzün önünde duran fakat fark etmediğimiz ayrıntı yüzünden Bulgurking tekeli oluşuyor, tam da bu sebeple sizin gurme becerilerinize ihtiyacımız olacak.
Bulgurking’e gittikten sonra bir inceleme yazısı hazırlamanızı istiyorum. Dal Döner’den övgülerle bahsedildiği bir dönemde hazırladığınız makale hala aklımda, artık bu hadiseyi kimse anımsamasa da restoranlar hijyen konusunda eskisine nazaran çok daha dikkatli hareket ediyorlar.”
“Yani kalitenizi artırmak yerine kendinize rakip gördüğünüz bir markaya itibar suikastı yapacak birini mi arıyorsunuz?”
Mehmet kısa bir an şok olmuş gibi yüzüme baktı, sonra hızlıca kendisini toparladı. “Hayır sizden sadece adil davranmanızı istiyorum, oraya gittiğinizde neyin yanlış olduğunu bulup bunu dürüstçe dile getireceğinize bir şüphem yok. Şimdiye kadar ne denediysek olmadı, bundan sonra da bir şey değişmeyecek, buraya çaresiz kaldığım için geldiğimi pekâlâ görebiliyorsunuzdur. Hem kişisel hırslarımla hareket etmediğimi yeterince açık bir şekilde ifade ettiğimi düşünüyorum. Eğer şimdi Berkay Atacan’a bir dur demezsek yakın bir tarihte kendi yemek kültürümüzü muhafaza eden tek bir lokanta dahi bulamayacağız.”
Vaziyeti anlatırken Mehmet’in yüzü terliyor, elleri kasılıyor sanki kendi cüssesinin iki katı olan birinden dayak yemek üzereymiş gibi konuşuyordu. Bu adamın haksız olduğunu söyleyemezdim buna rağmen çözüm sunacak olan kimsenin ben olmadığım kanaatindeydim. Diğer taraftan onun da sütten çıkmış ak kaşık olduğunu düşünmüyordum. “Mehmet Bey, ne demek istediğinizi anlıyorum, neden bu meseleye bir de sizin müşterilerinizin bakış açısıyla yaklaşmıyoruz?
Genellikle Oha Pide ve Bulgurking’i orta ve alt gelir grubundaki insanların tercih ediyor olmalı. Aynı pastadan pay almaya çalışan işletmelerden biri belli bir kaliteyi uygun fiyata sunarken diğeri hangi konuda iddialı davranıyor? Kendinize Bulgurking yokken ne yaptığınız sorusunu sordunuz mu? Türkiye’deki büyük mekânların tamamına yakını enflasyonla orantılı şekilde zamlar yapsa da ürün kalitesinden ödün vermemek konusunda pek dirayetli değillerdir. Aslında orta ve alt gelir gruplarındaki insanlar sizler için bir hava yastığı gibidir, asıl darbelerin altında önce onlar ezilirler. Elbette bu düzende yıllar içerisinde daha iyi üretip daha az kazanıp fakat karşılığında müşteri memnuniyetini pekiştirmeyi tercih edebilirdiniz ama çoğunuz bunu yapmadınız. Birçok işletmenin piyasanın denetimsizliğinden cesaret alıp insan sağlığını yok sayarak kârına kâr katmasını bugün nereye koyacağız? Büyük patronlar villalar, son model arabalar, dış ülkelerde tatiller, pahalı giysilerle günlerini gün ederken ilerisi için ne düşünüyorlardı? Eskiden bu beyefendilerin çalışmak istemedikleri bir muhasebeciydim çünkü hiçbiri vergisini tamı tamına ödemekten hoşlanmazdı. Belki hiçbir zaman böyle biri olmadığınızı söyleyebilirsiniz fakat ben de bu meselenin tamamen şahsınızla ilgili olduğunu iddia etmeyeceğim, tepenizde sizi yutmak için bekleyen canavarın bu kadar hızlı büyümesinin nedenini anlık olguları değerlendiren bir grafiğe bağlayamayız. Kaçınılmaz bir değişim sürecinin içerisindesiniz, benim gibi sıradan bir adamın akarsuyun akışını tersine çevirebilecek kadar güçlü olmaması bir tarafa kendi açımdan bu rekabete müdahale etmek için mantıklı bir gerekçe bulamıyorum.”
“Sercan Bey, size yemin ederim ki buraya şahsım ya da servetim için gelmedim her insanın hataları olur ama ben kediminkileri hep düzeltmeye çalıştım. Dilerim siz de fikrinizi değiştirirsiniz.” Mehmet buruk bir tebessümle selam verip ofisten ayrıldı.
Konuşmamız esnasında bir an olsun araya girmeyen Mümtaz’la baş başa kalmıştık. “Sitemkâr cümlelerinizin asıl hedefinin Mehmet olmadığını düşünüyorum, hadisenin üzüntü verici olduğunu kabul etmek gerek fakat bu teklifi geri çevirmekle işin doğrusunu yaptınız.”
“Ulan Mümtaz, madem herifi geri çevirmem gerekiyordu da niye demin konuşmam için ısrar ediyordun? Adamın halini görünce şimdi ben de üzüldüm.”
“Onun ne isteyeceğini bilmiyorum demiştim, sizden sadece nezaket gereği konuşmanızı rica ettim, şimdi konuya kendi açımızdan yaklaşalım. Sizi yıllardır tanırım Sercan Ağabey, bazen çok mantıklı bir şekilde dışarda kalmanız gereken bir meselede olayları izlemekle yetinirsiniz bazen de tepeniz atıp duygularınıza göre hareket etmeye başlarsınız. Üzerine basa basa uyarıyorum, bundan sonra daha da dikkatli olmak zorundasınız. Mehmet’in bahsettiği adamı iyi tanırım; ironik bir durum ama eskiden o da hayatını yazmaya adamış heyecanlı bir gençti, dergilere yazı gönderiyor, çevresindeki insanların saygısını kazanmaya çalışıyordu, henüz edebiyat dünyasının kirli yüzü ile tanışmamıştı. Siz de bilirsiniz, adı sanı duyulmamış bir gencin başlarda bu sektörde dikiş tutturabilmesi çok zordur. İçlerinden bazıları ya üç kuruş pahasına hayatlarını yazmaya adamalıdır ya da bir sosyal medya kanalından binlerce takipçisini peşinden getirebilecek bir etki alanları olmalıdır. Berkay idealist ve özverili bir çocuk olduğundan ilkini tercih etmişti, bilirsiniz yeteneklerinizi yeterince test etmeden ilk dosyanızı bir roman olarak hazırlamak büyük bir risktir fakat bu genç kalburüstü bir eser yazıp yayınevlerini kapı kapı dolaşmaya başlamıştı. Lakin gittiği her yerde ret yanıtı alıyordu, kitabını basacağını söyleyenler ise aylarca dönüş yapmıyordu. Bu iş hüsranla sonuçlandığına kanaat getirdiğinde, yazarlığı bırakmaya karar verdi. Daha sonraları bir Youtube kanalı açıp vloglar yani video günlükleri yayınlamaya başladı. İnsanlar dost canlısı bu genci bir anda sahiplendiler ve hızlı bir şekilde kitlesi büyüdü, tesadüf eseri bir akşam Twitch yayını esnasında eski kitabının giriş bölümünü okuduğunda takipçileri romantik üslubunu dinlerken çıldıracakmış gibi oldu. Daha evvel yüzüne bile bakmaya tenezzül etmeyen yayınevlerini birer birer onu arayıp kitabını basmak istediklerini söylediler, içlerinden biri ile anlaşınca romanı yarım milyon adet sattı. Fakat bu gecikmiş bir rüyaydı, Berkay artık eskisi gibi biri değildi, kalbi ve ruhu kirlenmiş, yaşamak onun için anlamsızlaşmıştı.
Geldiğimiz noktada ise başladığı çizginin tamamen dışına çıkmış biriyle karşı karşıyayız lakin belirtmek gerekir o bu dünyaya fazlaca iyi uyum sağladı. Berkay’ı kendinizle kıyaslamayın, ona karşı empati ile yaklaşabilmeniz mümkün değil, siz birçok alışkanlığınız ve yaşam biçiminizle geçmişe aitsiniz. Bir tarafta büyük kitlelere hükmetmekten hoşlanan bir sosyal medya dehası, diğer tarafta ise çoğunluğun gittiği yolu tercih etmemekte direnen inatçı, idealist tarafını yitirmemiş bir yazar var. Üzerine basa basa söylüyorum, bu adamla asla çatışmayın çünkü çamura batmaktan korkmayan biri ile bataklıkta güreşilmez. Size tavsiyem insani taraflarınızı koruyarak mütevazı hayatınıza devam etmeniz olacaktır, o gerçekten de sizin uğraşmak isteyeceğiniz biri değil.” Başarılı bir hatipmişçesine ses tonunu yer yer yükseltip yer yer alçaltan, jest ve mimiklerini gerektiği gibi kullanan Mümtaz’ı kıskanmadım desem yalan söylemiş olurdum.
*
Mehmet’in başarısız olan ikna girişiminin ardından yalnızca birkaç gün geçmişti, elindeki tek kozunu kullanamadan mücadelesini kaybetmişti. A[2] isimli şehrin meydanında büyük bir kalabalık konuşma yapacak olan kişiyi heyecanla bekliyordu. Çevreye asılan bayraklara ve logolara bakıldığında bunun siyasi bir partinin mitingi olduğu düşünülebilirdi fakat asıl gerçek bundan çok daha farklıydı.
Berkay Atacan kürsüye yürürken her zaman marjinal renklerle boyanmış olan saçları bu sefer doğal kahverengi halindeydi, üzerinde ise sıradan bir takım elbise vardı ve bu haliyle insanların zihinlerine kazınmış gösterişli görüntüsünden çok uzak gözüküyordu. Konuşmadan önce derin bir nefes aldı, insanların içini ısıtan ses tonuyla sanki yıllardır sakladığı bir becerisini o an ortaya dökmüş gibi gözüküyordu, şaşılacak derecede iyi bir konuşmacıydı. “Değerli kardeşlerim bu mutlu günü benimle paylaştığınız için hepinize teşekkür ederim, ayrıca burada sizlerle bir araya gelmem konusunda gereken tüm kolaylıkları sağlayan valimize de teşekkürlerimi sunarım. Değerli dostlarım, turizmin lokomotifi konumunda olan A’nın tanıtımının her zaman olduğundan daha iyi yapılması gerektiğine inanan ülkemizin sıradan vatandaşlarından biriyim. Fakat bugün ülkemizin kendi vatandaşlarını ilgilendiren önemli bir konu üzerine toplandık. Burada sizlerle birlikte gelmiş geçmiş en büyük Bulgurking şubemizin açılışını yapacağız.” Kalabalıktan etrafı çınlatan bir alkış ve tezahüratlar duyuldu, Berkay o esnada dikkatlice çevresini süzdü. “Eskiden bu ülkenin evladı hamburger gibi fastfood ürünlerin satıldığı, yabancıların imtiyaz sahibi olduğu mekânların önünden geçerken fiyatları pahalı bulduğu için şöyle içeriyi süzmekle yetinirdi. Yavrularımız ise televizyon izlerken, yayın ansızın kesilir, reklam arasında ise bir markaya ait animasyon filmlerindeki karakterlerden modellenmiş cicili biçili oyuncaklarla tanıtılan happy new year menüsü karşılarına gelirdi. Fakat bu basit yiyeceklere ve Çin’de üretilmiş kalitesiz oyuncaklara ulaşmaları için önlerinde bir engel vardı.”
Meydanda beklenmeyen bir sessizlik oldu. “Değerli kardeşlerim benim sizlerden farklı bir yaşam sürdüğümü zannetmeyin. Bakmayın internette yabancılarla aksansız bir şekilde İngilizce konuştuğum videolarımın dolaştığına, pahalı arabalarla gezdiğime ya da ismimin biraz entel dantel durduğuna… İçimdeki asıl hayalim sahip olduğum bu refahı sizlerle paylaşmaktır.
Ben has bir Anadolu çocuğuyum, annem ben ufakken hep bana rahmetli dedemin ismi olan Mustafa diye seslenirdi, ben de bu ismi kendi ismimden daha çok severdim. Bizleri ailemiz vatan sevgisiyle, öğretmenlerimiz ise yerli malıyla ve millet bilinciyle büyüttü, büyüklerimiz başkalarının yanında bize dik durmayı öğrettiler. Fakat demin anlattığım hikâyenin başındaki gibi bir şeyler olması gereken şekilde gitmiyordu. Öğrenciyken kendime şu soruyu sorardım, bu ülkenin evlatları canı istediğinde burgere, pizzaya düşünmeden para harcayamayacak mıydı ve biz neden bu yiyecekleri daha ucuza üretmiyorduk? İşte bu soruların cevaplarını ararken ulvi bir amaç ortaya çıktı, başlangıçta birçok melek yatırımcı tarafından reddedildim. Fakat çevremde bana inanan birkaç insanın desteğiyle başlattığımız bu girişimimiz zamanla meyvelerini verdi. Tam da gıda krizinin konuşulduğu şu günlerde ana babalar evlatlarının beslenme eksikliği, zekâ geriliği gibi problemler yaşadığını düşünmek zorunda bırakmayacak güçlü bir marka ortaya çıktı. Bulgurking, coğrafyanın kader olmadığına inanan bir insanın yani benim hayat mücadelemdir.
Sevgili büyüklerim ve kıymetli kardeşlerim, biz istikametimizden hiç şüphe etmedik, hedeflerimize ulaşacağımıza başından beri emindik. Fakat büyüdükçe, dikkatleri üzerimize çektikçe birilerini rahatsız etmeye başladık. Sol görüşlerin maskesi altındaki sermaye düşmanlarının hakkımızda karalama kampanyaları düzenlediklerini görüyoruz, duyuyoruz. Bizim kapitalist bir büyüme politikasını tıpkı bir silah gibi kendilerine doğrulttuğumuzu iddia ediyorlar. Onların söylediklerinin aksine küçük esnafın ekmeğini elinden almak, iş gücünü tamamen devre dışı bırakmak gibi bir amacımız yok. Biz sadece insanların cebinde kalan parayı düşünmeden yemek yiyebildikleri bir dünyayı hayal ediyoruz ve şubelerimizin sayısını sınırlı tutacağımıza söz veriyoruz. Bu sebeple art niyetli kimselere hiçbir zaman meydanı bırakmayacağız. Demin bahsettiğim kimseler Bulgurking’in yalnızca ülkemizde değil Avrupa’da da boy gösterecek olmasından rahatsız oluyorlar ve sırf Anadolu’nun evlatları olduğumuz için bizi kıskanıyorlar kardeşlerim. Peki ya ne olacaktı; hep Hans, George mu pizzadan, hamburgerden para kazanacaktı? Onlar bizim ülkemizde diledikleri gibi işletmelerini kurarken bizim onların ülkelerinde kendi iş yerlerimizi kurmak için ne eksiğimiz vardı? Ben size söyleyeyim kardeşlerim, belki fazlamız var ama onlardan geri kalır hiçbir yanımız yok. İşte Türk mühendislerinin kendi yazılımımızı kullanarak ürettikleri otonom şef ve garsonlarımızı aramızda görüyorsunuz.” O sırada yanındaki robotlar kalabalığa el salladı.
Berkay konuşurken cümleleri alkışlar ve ıslıklarla bölünmeye devam etti. Diğer yandan başından beri onun yakınında olan Emre, arkadaşının kalabalık üzerindeki etkisini büyük bir şaşkınlıkla izliyordu. “Kıymetli kardeşlerim ben kimsenin hakkını yemediğim gibi kimsenin de benim hakkımı yemesine müsaade etmem, hele bu milletin hakkını kimseye yedirmem. Fakat bugün herkese ücretsiz bir şekilde Karışık Kebap Menü’sünden yedireceğiz.” Meydan insanların kahkahasıyla inledi, o esnada birçok insan Berkay’ı aynı anda hem ciddi hem de şakacı görünebildiği için daha samimi bulmuştu. “Sizleri ve sayın belediye başkanımızı daha fazla ayakta tutmak istemiyorum, beni dinlediğiniz için hepinize ayrı ayrı teşekkür ederim. Karnı tok olan kardeşlerimiz de lütfen en azından King-Dondurma Menüsü’nü bir tatsınlar.”
Yarım saat kadar sonra lüks minivanın içerisindeydiler, Coşkun kuşkucu bir ruh halindeydi. “Böyle bir yerde daha seküler bir tarz tercih etmen gerekmez miydi?”
“Ah Coşkun, bazı konularda çok acemisin, iş adamı portresi çizebilmek Youtube videoları hazırlamaya benzemez. İnsanların geneline hitap edebilmek gibi bir derdim yoktu, biraz daha mantıklı düşünürsen haksız olduğumuzda bile arkamızda duracak bir kitleye ilerde ihtiyaç duyacağımızın sen de farkına varırsın. Bazen bir şeyleri önemsemiyormuş gibi gözüksem de detaylara önem veririm, Mehmet’in Sercan Dikbaş’ın yanına uğradıktan sonra reddedildiğinden haberin var mı?
“Bu ne zaman oldu?”
“Artık ne zaman olduğunun bir önemi yok, sadece methedip durduğun şu yazar eskisinin benimle aşık atmaktan çekindiğini bilmeni istedim.”
*
Issız bir hayatın içerisinde yuvarlanmak bu işin bir parçasıdır, genellikle belli başlı işlerimi halletmek için evim ve ofisim dışındaki yerlere gider, çevremdekilerle çok az konuşurum. Bazen etrafımdaki değişimlerin en son ben farkına varırım.
İnsanların yüzlerindeki umutsuzluk ve tükenmişlik halini ilk fark ettiğimde pek de umursamamıştım. Diğer yandan benim de pek keyifli olduğum söylenemezdi, belki de bu değişimden bir şekilde ben de etkilenmiştim. Ruhumda her zaman yanan kararlı ateşin ısısının azaldığını hissediyordum, her beşer gibi benim de kuruntularım olsa da şu anki vaziyetin pimpirikli olmakla izah edilemeyeceğine olan inancım her dakika kuvvetleniyordu. Fakat bazı şeyler hala eskisi gibiydi; iştahım kesilmemiş, sağlığımı etkileyecek kadar olumsuz bir durum söz konusu olmamıştı. İkindi vakti midem kazınmaya başladığında sevdiğim esnaf lokantaları yerine ara sıra uğradığım bir büfeye gitmeye karar verdim.
Yoğun bir şekilde yazmakla meşgul olduğum günlerde birden fazla kurguyu devam ettirmeye çalışırdım, böyle zamanlar birbiriyle alakasız çok fazla detayı odaklanmam gerektiği için kafam karman çorman olurdu. Hele böyle bir günde dışarıda yürümeye başlamışsam, ayaklarımın beni nereye götürdüğünün bile farkına varmazdım. Bulvarda yürürken dalgınlığım yüzünden büfeyi geçip gitmiştim, fark edip geri döndüğümde ise hiç beklemeyeceğim bir görüntü ile karşılaştım, Arif Tost’un kepenkleri inmişti, bir süre ne yapacağımı bilemeden sadece izledim. O sırada bitişikteki dükkânı işleten kuruyemişçi, daha sonra isminin İlhan olduğunu öğrenecektim, bir açıklama yaparcasına konuşmaya başladı.
“Küçük bir büfenin varlığından bu kadar rahatsız olabilecekleri aklımın ucundan bile geçmezdi, bu adamlar kafayı yemişler. Kendi varlıklarına gölge düşürebilecekleri hissine kapıldıkları anda yakınlarda ne kadar işletme varsa bir şekilde devre dışı bırakıyorlar, dükkân sahipleri kendi kuyularını kazdıklarını farkına vardıklarında çok geç kalmış olacaklar. Kendimi bildim bileli Arif Usta ile komşuyduk, sanki benim de bir parçam gitmiş gibi hissettim.” İhtiyarın işaret ettiği karşı caddedeki yeni inşa edilmiş bir binanın altında açılmış olan Bulgurking şubesini gördüğümde bir an için yerden rastgele bulduğum sert bir nesneyi gelişine fırlatmak gibi çılgın bir dürtü içimden geçti fakat sadece bir anlık bir histi.
Mehmet ile konuştuğumuz güne ait görüntüler zihnimden geçerken sanki aylar önce yaşanmış bir olayı anımsarmış gibi hissettim, bana çırpınırcasına anlatmak istediği şeyin ne olduğunu ancak kendi gözlerimle görünce kavrayabilmiştim. İştahım kaçmıştı, ofise dönüp biraz yalnız kalmaya ihtiyacım vardı. Yolda bir beyaz eşya dükkânının önünde insanların ilgisini çekmek için geniş ekran bir televizyonun sesi, büyük hoparlörlerden biriyle dışarı veriliyordu. “Sosyal medyada sık sık sizden kötü bir adammış gibi bahsediliyor, Bulgurking’in yeni iş modeli hakkındaki olumsuz eleştiriler hakkında siz ne söylemek istersiniz?”
Sunucunun sorusuna saçları mora boyanmış olan genç bir adam rahat ve meydan okurcasına cevap verdi. “Öncelikle bu eleştirileri biraz fazla insafsız bulduğumu belirtmek isterim. Şu bir gerçek önümüzdeki yirmi yıl içerisinde robotlar sayesinde hayatımızda çok büyük değişiklikler olacak. Teknoloji bir şeyleri inşa ederken bir şeyleri de yıkar bu kaçınılmaz bir durumdur, asıl mesele sizin bu değişime ne zaman ayak uydurmaya başladığınızdır. Realitede bazı şeyleri kabullenmek durumundayız, yarışa çok geç başlarsanız tamamen kaybedersiniz, biz de bir yerden başlamak zorundaydık, değilse birileri zaten bu işi bizim yerimize yapıyor olacaktı. Dilerseniz bu işin sadece olumsuz taraflarına bakmak yerine bir de olumlu yanlarını görmeye çalışalım. En usta şeflerin bile yemeklerinde her defasında aynı mükemmel tatları yakalamasının mümkün olmadığını biliyoruz fakat bizim mekânlarımızdaki robotlar her aşamayı bir önceki kadar kusursuz bir şekilde yerine getirebiliyor. Kaçınılmaz bir devrimin arifesindeyiz, Bulgurking bizim için bir lansman, gelecekte bu profesyonel aşçıları insanlara evlerinde hizmet etmeleri için üretiyor olacağız. Bu sayede bir birey olarak çok daha fazla vakte sahip olacak, kendimizi çok daha özgür hissedeceğiz.”
“Saçmalık bu! Hiçbir zaman bütün insanlara yetecek kadar robot olmayacak, ayrıca bu aptal tenekeler kışa hazırlık için ne adam gibi sebze kurutmakla ne yöresel peynirlerin tadını korumakla uğraşacaklar, reçel yapmak gibi hassas bir iş söz konusu olduğunda tadamayacakları ne kadar özleşmesi gerektiğini anlamaları mümkün olmayacak, insanların ruhlarını saflaştıran gelenekler yitip gidecek, ucuz çipli zımbırtıların sıkışıp kaldıkları algoritmaların içerisinde hayatın renkleri yok olacak.” Kendi kendime söylenirken ekrandaki yüz bir an için sunucu ile konuşmayı bırakıp bana doğru döndü.
“Bu kimin umurunda? Arkana baktığında geleceğimizi göreceksin, yeni dünya düzenini kendi ellerimle kuruyorum.” Yönümü sırtımdan tarafa çevirdiğimde bulvarın göğün büyük bir bölümünü kapatan koca koca binalarla dolduğunu gördüm. Manavlar, lokantalar, çay ocakları, büfeler, kafeler ortadan kalkmıştı; insanların ihtiyacını tek bir zincir yapı karşılamaya başlamıştı, korunaklı reyonları ve onlardan sorumlu robotları yine bu zincir yapının önündeki robot güvenlik çalışanları koruyordu. “Gerçek şu ki istesen de beni durduramazdın, senin aksine ben kaderimi kabul ettim ve her fırsatı değerlendirdim, sonuç bu. Hayat dediğimiz şey tatsız ve manasızdır, kısa bir ömür içerisinde kültürel alışkanlıklara, geleneksel davranış kalıplarına sıkışmak için hiçbir sebep yok.”
Bu gündüz vakti görülen bir kabustu aynı zamanda geleceğin kendisiydi ve ben buradan çıkıp bir şekilde işleri düzeltmek konusunda çok geç kaldığımı hissediyordum, karşımda konuşan kişi sanki uzay zamanın karanlık bir noktasından beni kendi etkisine almaya çalışan şeytani varlıktı ve direncim bir an için kırılırsa beni tamamen etkisi altına alacakmış gibi hissediyordum. O an beni yutmaya çalışan bu alternatif gerçekliğe karşı tüm irademle karşı koydum. Kendimle yüzleşince bu hayal dünyasından çıkabileceğimi düşündüm, daha geriye gidip en güçlü hatıralarımda doğru ve yanlışlarımı ayırt etmeye çalıştım. Aslında kötü niyetli olmasam da bir yerde büyük bir hata yapmıştım, farkında varmadan kendim gibi değil etrafımdaki sıradan insanlar gibi yaşayıp düşünmeye başladığım an güçsüz düşmüştüm.
“Kabul ediyorum, gerçek kimliğimden uzun zamandır kaçmışım, popüler kültürden uzak durmaya çalışırken az kalsın varlık sebebimi unutuyordum, bir şeyleri oturup izlemek bana göre değil. Sevgili Berkay, öyle sanıyorum ki ağzına tükürmenin zamanı geldi!” Karanlık şehir ve onu sömüren şirket ortadan kayboldu, ait olduğum ana döndüğümde duraksamadan ofisin yolunu tuttum.
İşe o kadar kendimi kaptırmıştım ki Mümtaz’ın nasıl masamın yanı başına geldiğini dahi görmemiştim. “Sercan Ağabey ne yapıyorsun?”
“Görmüyor musun ulan, araştırma yapıyorum!”
Genç editörüm tarayıcıdan açtığım haberi gördü. “Tamam da senin Bulgurking ile ne işin olur?”
“Çocukken babam, ben ve kardeşim bir gün Kadınlar Pazarı’nın içindeki bir dönerciye gitmiştik. Tabaklardan birinde kızarmış bir sinek çıkmasına ve bizimkinin de durumu belirtmesine rağmen garsonlar oralı olmadı. Babam hakkını aramak konusunda tuhaf bir psikolojiye sahiptir. Alışverişe çıktığında poşetin tamamına çürük meyveler dolduran bir pazarcıyla tartışmayı zaman kaybı olarak görürken iş yerinde paketindeki son dalı izinsizce alan bir arkadaşını dövdüğü olmuştur, o gün sessiz kalmayı tercih etmişti fakat bu durum benim içimde birikecek bir öfkenin tohumlarını atmıştı. Bir gün tesadüfen aynı yerde dolaşırken karnımın acıktığını fark ettiğim için yakınımda bulduğum bir dönerciye girdim. Dakikalar sonra bir adamın patron ile hijyen konusunda tartıştığını gördüm, küçük bir kız çocuğu oturduğu yerden korku dolu gözlerle babasının yabancı bir adamla yüksek sesle konuşmasını izliyordu. Tesadüf bu ya o esnada çocukluğumda döner yemeye geldiğimiz mekânda oturduğumun yeni farkına varıyordum. O gün ofise döndüğümde ‘Memlekette herkes gurme lakin bizim sinek döner efsane!’ başlıklı zihinlere kazınan hiciv dolu bir yazı hazırladım, herifler de üç ay sonra battı.
Durumdan haberdar olduklarında çevremde bazı kimseler insanların ekmeğiyle oynayan biri olduğumu söylemeye başlamıştı. Bu sözler haklı olduğum gerçeğini değiştirmese de işim olmayan konularla ilgilendiğimi düşünmeye başlamıştım. Bazen insanlar doğru bildiklerini yanlışmış gibi önüne korlar, bir süredir kendi kimliğimden kaçtığımın maalesef geç farkına vardım. Ben yapmam gerekeni yapacağım Mümtaz, sen de bana karışmayacaksın.”
*
Sonraki gün vakit öğleye doğru not defteri ve bir kalemle ofisten ayrıldım. Yoldaki araçların gürültüsünü duymak istemediğim için bulvar yerine yakındaki bir AVM’ye gitmeye karar vermiştim, mümkün olduğunca odaklanmam gerekecekti. Yürüyen merdivenle üst kata vardığımda beni alışkın olmadığım bir manzara karşıladı. Yeniçeri kıyafetine benzer giysiler giydirilmiş tuhaf maskot robotlar servis için etrafta dolanıyordu, kasada ise birkaç eleman yalnızca sipariş almakla meşguldü. Fastfood türü mekânları zorunda kalmadığım sürece kullanmazdım, ne zaman tesadüfen bu tarz bir ortama yolum düşse içimde tuhaf bir yabancılık hissi olurdu, sanki çalışmadığı bir sözlü sınavına girip tüm sınıfın ortasında rezil olacakmış korkusunu yaşayan bir lise öğrencisininkine benzer bir histi bu. O esnada karşımdaki çocuk Anadolu’nun ücra bir köyünden çıkıp üniversite masraflarını karşılamak için böyle bir mekânda çalışmaya başlayan biri olsa da onun kırık bir İngilizce ile önündeki ekrana bakıp menüden bahsetmesi esnasında, benim bir anlığına duraksamamı sanki büyükelçiliklerimizden birinde meydana gelen diplomatik bir kriz gibi rahatsız edici bulurdum. Fakat bugün öncekilerin aksine yabancılığı ve o tuhaf gerginliği hissetmediğimi fark ettim. “Bana en iddialı olduğunuz karışık spesiyal kebap menüden verin.”
“Sos istiyor musunuz?”
Araştırma yapmaya başladığım ilk anda Bulgurking ile ilgili herhangi bir kusur bulamamıştım, laboratuvar incelemeleri konusunda, tedarik edilen ürünlerin kalitesinde ya da depolanıp saklanmasında dikkatimi çeken herhangi bir detay yoktu. Berkay şirketinin standartlarına özen göstermiş ve gerekli tüm sertifikaları almıştı. Fakat internette gezinirken okuduğum binlerce yorumun büyük bir kısmı bir detayı öne çıkıyordu, işte zurnanın zırt dediği yer burasıydı, bize Mehmet’in o gün söylemeye çalıştığı gibi insanlar bir illüzyonun etkisindeydiler. “Evet, bütün sosları istiyorum.”
“Efendim, satış politikası gereği en fazla altı çeşit sos alabilirsiniz, herhangi bir gıda zehirlenmesi geçirmenizi göze alamayız.”
“Sen istesen de istemesen de o sosları bir şekilde alabileceğimi biliyorsun, o yüzden beni uğraştırmadan hepsinden birer tane ver.” Konuşurken ben farkına varmadan sesim olması gerekenden biraz daha yüksek çıkmış olacak ki çocuk sözlerimi yineletmedi.
“Otonom garsonumuz Korhan siparişinizi getirecektir, lokasyon cihazımızı alıp boş bir yere oturun.”
Köşedeki bir masaya geçtim, sipariş kısa süre içinde gelmişti. Her şeyi tek tek tadarken notlar aldım, kısa bir an arkamdan birilerinin beni izlediği gibi bir hisse kapılsam da buna aldırmadım, böylelikle AVM’deki işi kısa sürede hallettim. Ofise dönüp notları temize çekerken ara sıra severek izlediğim, yorumcularının muzip bir üslupla futbol ve canları ne isterse onu konuştukları bir program aklıma geldi. Ciddi bir şeyler yazmak yerine nüktedan şakalar yapmak istiyordum ve bunun mantıklı bir gerekçesi yoktu. Yazının dikkat çekici paragrafı şuydu:
Bir otogarda ya da alışveriş merkezinde döner yiyeceğimde ya da herhangi bir mekânda kızarmış patates söylediğimde başlangıçta bunları en sade haliyle tadarım. Eğer yemeklerinizi bir şeylere batırmadan yiyemem diyenlerdenseniz size saygı duyuyorum. Monosodyum glutamat ya da aroma artırıcı kimyasalların yeterli olmadığı durumlarda yemeğinizi önünüze konulan düzinelerce farklı sosa tek tek daldırıp farklı kombinasyonlar bularak şansınızı deneyebilirsiniz.
Hikâyenin gerisini biliyorsunuz, yazının yayınlanmasını takiben bir hafta içerisinde ağırlıklı olarak yaşı on sekiz ve yirmi beş arasında değişen gençlerin internette yaptıkları batırmalı çıkarmalı espriler yüzünden Bulgurking hisseleri borsada bir haftada yüzde kırk değer kaybetmişti. O günlerde Berkay Atacan sosyal medya ve televizyon vasıtasıyla Bulgurking hakkında bir karalama kampanyası yapıldığı iddiasında bulundu fakat yazımda onu ve markasını hiç anmadığım için kamuoyunda bu tepkisi inandırıcı bulunmadığı gibi bana açtığı davayı da kaybetti. Köşe yazımın yayınlanmasından iki yıl kadar sonra Bulgurking yönetim kurulu üyeleri özellikle ARGE’ye çok fazla para ayırdıkları için ödenemeyen krediler yüzünden küçülmek durumunda olduklarını açıklamak zorunda kaldılar. Fast food zinciri batmamıştı fakat bundan sonra asla bir tekele dönüşemeyecekti. Diğer yandan bu seçimin bazı ağır sonuçları vardı, bana denk zeki ve sinsi bir düşman edinmiştim.
Hiçbir yerde paylaşmadığım bu öykü Berkay ile olan mücadelemin ilk safhasını anlatmaktadır. O dönem yaşanan olayları, tamamen kişisel ihtiyaçlarla yazılmış bu kurgu içerisinde elimden geldiğince objektif bir şekilde anlatmama yardım eden herkese teşekkür ederim.
[1] Ben de sonradan öğrendim OHA Pide, Öz Havzan Pide’nin kısaltılmış haliymiş.
[2] Bazı gerekçelerden ötürü o şehrin ismini vermek yerine “A” demeyi daha uygun buldum.
Not: İllüstrasyon çalışmasının eskizini sevdiğim karikatürist Özer Aydoğan’ın tarzından esinlenerek hazırladım, site ressamımız Hasan Keskkin düzenleyip renklendirdi. Hasan Keskin’e buradan ayrıca teşekkür ediyorum.