Tolkien’in “Peri Masalları Diyarı”nı Aramak

“Bunun akılsızca bir macera olduğunun farkında olsam da, peri masalları üzerine konuşmak niyetindeyim. Periler Diyarı tehlikeli bir ülkedir ve bu diyarda ihtiyatsızlar için tuzaklar, fazla cesur olanlar için de zindanlar vardır.” – JRR Tolkien

 

Peri Masalları Üzerine bu cümlelerle başlar. Bu “akılsızca macera”nın dikkat çekici birkaç özelliği var. İlk olarak, Tolkien’in “Önsöz”de söylediğine göre metnin yazılış tarihi 1938. Bu, Hobbit’in yayımlanmasından hemen sonrasına denk geliyor. Yani peri masalları üzerine bu konuşmayı hazırlayan Tolkien halihazırda bir peri masalı yaratmıştı bile. Hobbit için -en azından bu ilk paragrafta- peri masalı nitelemesini kullanmayı uygun buluyorum. Çünkü böylelikle Peri Masalları Üzerine’nin ikinci dikkat çekici özelliğine değinmem kolaylaşacak. Bu özellik, peri masalı diye isimlendirdiği bir şey üzerine konuşurken Tolkien’in ilham verici biçimde modern fantastiğe dair bir tanımlamaya yönelmiş olmasıdır. Doğrudan bununla bağlantılı olarak kitabın dikkat çekici bir diğer özelliğinin, peri masallarından fantastiğe yönelirken bu ikisi arasındaki bağın, peri masalıyla modern fantastik edebiyatın ortak genetiğinin üzerine eğilmesi, onu deşifre etmekten çok sistematize etmesi, bu bağı kurmaktan çok onu tespit etmesi olarak tanımlayabilirim. Bu üçüncü özellik bilhassa önemli, çünkü görüleceği üzere bu süreç yeni bir tanım önermekle kalmıyor, dönemin hâkim edebiyat anlayışıyla uğraşıp onun kendi etrafına ördüğü gizemli ve ürkütücü sisin içinde aslında ne kadar cılız ve aciz bir halde olduğunu o zamana kadar –bildiğim kadarıyla- kimsenin yapmadığı bir açıklıkla tarif ediyor. Hobbit’in ve daha sonra Yüzüklerin Efendisi’nin kıs kıs gülerek yaptığı şeyi anlamayanlar için, takınabileceği en ciddi ifadeyle (ve dolayısıyla bu anlayışı ciddiye alabileceği kadar alarak) onun hakkında ne düşündüğünü dile getiriyor.

 

Peri Masalları Üzerine’de sık kullanılan üç izlek Tolkien’in kuramını tam bir sistematiğe oturtmayı güçleştirir. Bunlar “peri masalı”, “periler diyarı” ve “fantezi” izlekleridir. Metin boyunca sıklıkla kullanılırlar. Tolkien’in bu terimlerle ne anlatmak istediğine dair pek çok bulgu da yine metnin içinde mevcuttur. Ne var ki bu bulgulara dayanarak hareket etmek, düz bir zemin arayışında olanlar için acı verici bir deneyim olmaktan öteye gitmeyecektir. Çünkü bu üç terim de kendi içlerinde, kendi üstlerine kapanarak, sanki referanslanabilecekleri elle tutulur düzlemler yokmuş gibi tanımlanırlar. Ne demek istediğimi ancak uzun bir alıntıyla açıklayabilirim:

“Peri masalları diyarı geniş, derin ve yüksek olup bir sürü şeyle doludur: orada her türden hayvan ve kuş bulunur; kıyısı olmayan denizler ve sayısız yıldız; büyülü bir güzellik ve her zaman var olan tehlike; sevinç ya da üzüntü, ki ikisi de kılıç kadar keskindir.”

Kavramsal bir tanımlamadan çok belli bir durumun, özel bir ada sahip, etrafı çitlerle ya da başka türden sınırlayıcı duvarlarla çevrili özerk bir bölgenin tarifine benzeyen bu alıntı –dili itibariyle de- tam bir kayıtsızlık içindedir. Sorulacak hiçbir soruya burada verdiğinden daha fazla bir cevap sunmayı taahhüt etmez. Üstelik devamında bu türden bir girişimin olanaklı olmadığını varsaydığı hissedilir. Yukarıdaki tarifin etrafında şüpheli bir tavırla dolaşmaya kalkacak birini, o diyarın içinde bu tavrı takınma eğilimi gösteren biri üzerinden uyarır:

“Masallar diyarında gezinmiş olan insan kendini talihli sayabilir, ama diyarın zenginliği ve garipliği onları anlatmaya kalkışacak gezginin dilini bağlar. Ve gezgin bu diyardayken fazla soru sorması tehlikelidir, yoksa kapılar kapanır ve anahtarları kaybolur.”

“Peri masalları diyarı” için yapılan bu gizemli betimlemeler Tolkien’in “fantastik”e dair benimsediği anlayışı büyük oranda açıklar. Görüldüğü üzere bunu doğrudan yapmaz. Çünkü bu tanım fantastiğin tanımı değildir, “fantastik olan”ın tanımıdır. Dolayısıyla onun içinde alegorik anlamlar aramak “fantastik”i herhangi bir sıfatın sahip olabileceği türden, eninde sonunda mecaz kavramıyla ilişkilendirilebilecek bir düzeye indirgeyeceğinden boşa uğraşmak olacaktır. Bunun yerine Tolkien’in peşine takılıp “peri masalları diyarı” diye bir şey varmış gibi yapmak, buna -en azından bu tanımla her temas ettiğimizde- gerçekten inanmak daha doğru olur. Böylece “fantastik”i bir sıfat olarak değil başka bir şey olarak incelemek de olanaklı hâle gelir. Tolkien’in başka herhangi bir biçimde değil de tam olarak böyle bir tanımlamaya başvurmasının altında yatan nedenin ancak onun kurduğu oyunu oynayarak anlaşılabileceği kanısındayım. Yani orada geçtiği haliyle “geniş”, “derin”, “yüksek”, “güzellik”, “tehlike” gibi sözlerin “fantastik”in alt anlamları olarak değil “fantastik olan”ın sıfatları olarak ve fantastik olmayan başka şeylerde de kullanıldığı hâlleriyle kullanıldıklarını varsayarak ele almak gerekmektedir. Bunun aksi yöndeki uygulamaları şimdiye kadar çok kez yapılmıştır. Kitabın başka bir bölümünde Tolkien bu uygulamalarla ilgili, “fantastik”in bir sıfatmış gibi ele alınmasıyla ilgili düşüncelerini şöyle dile getirir:

“Yine de ben bu çiçeklere ve kelebeklere gösterilen özenin, aynı zamanda, bir ‘modernleşmenin’ ürünü olduğundan şüphe ediyorum. Bu modernleşme Elf Diyarı’nın çekiciliğini basit bir güzelliğe, görünmezliğini yabani bir çuhaçiçeğinin ardına saklamaya ya da bir otun ince uzun yaprağının ardına gizlemeye dönüştüren bir modernleşmedir.”

O hâlde Tolkien’in, yukarıdaki tanımda kullandığı sözcük ve ifadeleri tam olarak kullanılış biçimleriyle ele almayı, onların başka anlamları gizleyerek örtülü bir mesaj verdikleri gibi bir algıdan uzak durmayı öneriyorum. Yani bir çocuğun bir peri masalı karşısında takındığı tutumu takınmayı, Kral Arthur’un Excalibur ile olan ilişkisini bir erginlenme ya da bir tür cinsellik psikolojisi olarak değil tam olarak masalda geçtiği biçimiyle anlamayı denemekten söz ediyorum.

Bu durumda belki de sorulması gereken ilk soru, peri masalları diyarının nerede olduğudur. Onu nerede aramalıyız? Yakınlarda bir yerde mi yoksa balta girmemiş bir ormanın derinliklerinde mi? Daha bu kadar başlangıçtayken onun bu gezegende hatta bu galakside mi aranması gerektiğinden bile emin olmak mümkün değildir. Belli bir koordinat noktası tespit edip onu aramaya oradan başlamak gerektiğine dair basit bir teori iş görebilir. Fakat asıl sorun, bu basit teorinin ya da daha karmaşık başka bir teorinin doğru çıkması halinde karşımıza çıkacaktır. El değmemiş bir ormanın oluşturduğu surların arkasında, insan gözlerinin ilk kez göreceği bir bedensel forma sahip yaratıkların “gerçekten” de yaşayıp gitmekte oldukları keşfedilirse, Tolkien’in yukarıdaki tanımının peşine takılarak yola çıkan birinin eline ne geçerdi? Bu diyarın özelliklerinin tanımdakine tam olarak uyduğu, gerçekten de bu yaratıklara bir şey sorulacak olursa onların kaçıp saklanma eğiliminde oldukları görülse “demek Tolkien bundan söz ediyormuş” diyerek gönül rahatlığıyla araştırmanın sonlandığı düşünülebilir miydi? Böyle bir veriye ulaşıp da araştırmayı sonlandırmak, son Maya yerlilerine ulaşıp onlara Maya piramitlerinin ve tapınaklarının, atalarının bin yıllar önce oluşturduğu takvimin özellikleri hakkında hiçbir şey sormadan, tapınakları şöyle bir gezip takvime şöyle bir göz attıktan sonra geri dönmeye benzer. Maya medeniyeti keşfedildiğinde tam olarak bu tutum takınılmış olsaydı Maya diyarı için Tolkien’in tarif ettiği “pari masalları ülkesi” demek mümkün olur muydu öyleyse? Bu tutum bugüne kadar sürdürülseydi Maya bilimi ya da “Maya sihri” diyebileceğimiz bir kavram üzerinden “fantastik olan”ın özelliklerine ulaştığımız yargısına mı varacaktık?

Maya tarihi, Maya bilimi, Maya astrolojisi, Maya mühendisliği yani “Maya sihri” denebilecek her şey didik didik incelendiğinden bugün onları var eden yaratıklar için en genel hâliyle “insan” tanımlamasını uygun buluyoruz. Bu tanımın altını da en bilindik, en alışılmış ve en sıradan kavramlarla dolduruyoruz. Çünkü “insan”, kendimiz için de kullandığımız genel bir tanım ve kendimiz için de tam olarak aynı kavramlarştırma süreçlerini uyguluyoruz. Bu herkese çok doğal geliyor, Maya piramitlerine uzaktan bakmak ilk anda ne türden bir olağanüstülük hissi uyandırırsa uyandırsın bir kez yakından incelendiğinde bu histen tamamen arınılacağı, artık Maya piramitlerinin “sihir”inden değil, mühendisliğinden bahsedilmeye başlanacağını fark etmek hiç de yadırganacak bir durum değildir. Tersi daha yadırgatıcı olurdu. Tapınakların tüm mühendislik sırları, Burj Khalifa’nın sahip olduğu mühendislik sırlarıyla aynı temel üzerinde açıklanabildiğinde, yani tapınakları inşa etmekle Burj Khalifa’yı inşa etmek arasında terminolojik olarak hiçbir fark kalmadığında tapınaklara dair hâlâ bir “sihir”den ya da olağanüstülükten söz etmek ancak bir şiirsellikle, daha ciddi bir tavır içinde olanlara yönelik olarak da “komplo teorisi” kavramıyla açıklanabilir. “Peri masalları diyarı”nı “dışarıda bir yerde” aramak, bulunduğunda onun “herhangi bir diyar”a dönüştürülmesinin kaçınılmazlığını kabul etmek demektir öyleyse. Mayalar’a yaptığımızı yapmayıp keşfedeceğimiz bu diyara daha “saygılı” davranarak onu kendi sihriyle başbaşa bırakmayı arayışımızın ön şartı olarak kabul etmek bile bu duruma bir çözüm getirmeyecektir. Muazzam derecede güçlü bir teleskopla başka bir galakside yer alan küçük bir gezegenin yerlilerini, onların görünüşlerini ve davranışlarını, ürettikleri nesneleri ve yapıları gözlemleyen bir astrofizikçinin ister istemez kabul edeceği bir prensip olacaktır bu. İstese de hiçbir şeye daha yakından bakamaz, nesnelerin ve yapıların ince işçiliklerini görse bile onları ancak bir bütün olarak inceleyebilir, bunların mühendislik özelliklerine dair hiçbir incelemede bulunamaz, araç gereç kullanmadan uçabildiğini gördüğü bu yaratıkların bunu tam olarak nasıl yapabildiklerini araştıramaz. Fakat önemli olan, yapabildiği anda, daha yakından bakabildiği, eline alarak inceleyebildiği, ölçebildiği ya da deneyimleyebildiği anda tüm bu “sihir”in çözüleceğini bilmesidir. Sihir bir şekilde fizik yasalarıyla yer değiştirecektir. Bu yaratıkların oradan oraya uçabilmeleri karşısındaki şaşkınlığının, kuşların uçabilmeleri karşısında ilkel insanların yaşadığı türden bir şaşkınlığa indirgeneceği kesindir. O halde soru sormaya kalkışan “gezgin”in dilinin bağlanmayacağı, kapıların kapanmayacağı ve anahtarların kaybolmayacağı da kesindir. Bilakis sorduğu sürece cevap alacak, gerekirse kapıları zorla açabilecektir. Çünkü bir süre sonra kapıları da onların anahtarlarını da hiç “sihir” olmayan yöntemlerle bizzat üretmeye başlayabilecektir.

Mit anlatılarını tasarlayan, masalları ve destanları yaratan insanlar için inandırıcı biçimde var olacağı hâliyle “dışarıda bir yerde”ki “sihir”, modern insanın tüm olasılıklarını bünyelerinde barındırdıkları için aslında o zaman bile olanaksızdı. Fakat gerçekleşmemiş bu olasılık, onların anlayamadığı, bilimsel düzeyde kavrayamadığı hâliyle “olağanüstü” olanın varlığına inanmayı mümkün kılmıştır. Fakat bu anlamıyla “olağanüstü” ancak bir sıfattır. Fen Bilgisi dersi almamış bir çocuğun güneşin sabit olduğuna ve dünyanın onun etrafında döndüğü “gerçek”ine yakıştıracağı türden bir “olağanüstü”dür bu. Aynı zamanda kuantum fiziği bilmeyen bir yetişkinin Schrödinger’in Kedisi deneyini bir masaldan farksız olarak, Binbir Gece Masalları’nda anlatılan pek çok “olağanüstü” unsurla aynı gerçeklik düzeyinde algılaması bir ölçüde kaçınılmazdır. Tolkien bu durumu gayet açık bir biçimde işaret ederek “peri masalları diyarı”nı “dışarıda bir yerde” aramanın eninde sonunda bir algılama krizine dönüşeceğini şöyle haber veriyor:

“(…)duyduğumuz bir şeyi nereye yerleştireceğimizden her zaman emin olamayız. Bir çocuğun yan ilçede insan yiyen bir dev olduğu haberine inanması mümkündür; birçok yetişkin için bu habere başka bir ülke hakkında olduğunda inanmak daha kolay gelir; ve başka bir gezegene gelince, orada kötülük canavarlarından başka bir şeyin yaşayabileceğini pek az yetişkin hayal edebilir.”

Tolkien çocukların peri masallarıyla karşılaştıklarında sorduğu türden “Bu doğru mu?” sorusunu da tamamen bu bağlamda ele alır. Fakat çocukların bu soruyu sorma nedenlerinin altında “gerçek” dünyaya dair bir bilgi alma arzusundan çok elindeki metne, peri masalına dair bir bilgi alma arzusunun yattığını iddia eder. Yani çocuk, elflerin “dışarıda bir yerde”  olup olmadığından ziyade elflerle ilgili bir öykü anlatan elindeki metnin bir “peri masalı” olup olmadığıyla ilgilenir. Bu, çocuğun, elflerin sihir güçlerinin temelini soruşturmaya yönelmesindense okuduğu öyküden yalnızca bir öykünün vereceği türden katıksız bir edebî haz almaya odaklanmasına yardımcı olabilecek türden bir sorudur. Bir bakıma, bu soruyu soran bir çocuğun, bu soruyu soran bir yetişkine göre bazı şeyleri (başta edebiyat ve peri masalı olmak üzere) daha iyi kavradığını gösteren bir işarettir öyleyse. Çünkü çocuk, bir yetişkine oranla çok daha az düzeyde bir “gerçeklik” bilgisine sahip olduğunun farkındadır. “Bu doğru mu?” diye sorarken, çok istese bile gerçekleştiremeyeceği bir arayışı, “peri masalları diyarı”nı “dışarıda bir yerde” arama girişimini hiç de başlatmak istemediğini ima eder. O masala, okuduğu ya da dinlediği öyküye geri dönmek istemektedir. Onun bu tutumunu daha yakından incelemek için geri dönmek zorunda kalacağımızı bile bile “peri masalları diyarı”nı aramaya devam etmeyi öneriyorum.

“Dışarıda bir yerde” teorisinden vazgeçmemiz gerekir, çünkü “dışarıda bir yerde” olduğu sürece “peri masalı” olabilecek, en azından bunu sonuna kadar sürdürebilecek bir şeyin varlığı olanaksızdır. Açıkça “peri masalları diyarı”nın içinde sorular sormaya kalkışmanın o diyardan kovulmak ya da dışlanmak anlamına geleceğini görüyorken (“Ve gezgin bu diyardayken fazla soru sorması tehlikelidir, yoksa kapılar kapanır ve anahtarları kaybolur”) Tolkien’in Maya medeniyeti ya da uzak galaksideki uçan insanlar gibi bir şeyi kastetmiş olabileceği düşünülemez. Çünkü buralardan kovulmak, kapıların kapanması bağlamında da anahtarların kaybolması bağlamında da hiçbir şey ifade etmeyecektir. Başka bir anahtar yapılabilir, başka bir kapı bulunabilir ya da bir kapıya ve anahtara gerek kalmayacak başka yöntemlerle diyara girilebilir. Her halükârda kovulduktan sonra oraya geri dönmek daima mümkün olacaktır. Eninde sonunda bu diyarın tüm özellikleri “dışarıdaki herhangi bir yer” olma durumuna kadar dönüştürülür. Böylece o diyardaki yaratıkların elflerin ta kendisi olduğunu iddia etmekle herkesin aslında birer elf olduğunu iddia etmek arasında hiçbir fark kalmaz.

Muhalif bir teori Tolkien’in tam da bu durumu kastettiğini, aslında her yerin peri masalları diyarı, herkesin periler olduğunu ve ancak bunu bilmiyormuş gibi yaptığımız sürece “peri masalları diyarı”nın varlığından söz edebileceğimizi söyleyebilir. Periler aslında insanların en katıksız biçimiyle “iyi” olmalarını, devler “güçlü ve kaba” yanlarımızı ve sihir de inançla her şeyin mümkün olduğunu temsil ediyor olabilir. Ne var ki en temelde bu, sıfatların, isimlerin ve anlamların tamamen keyfî biçimde dağıtılmasından başka hiçbir şey olmaz. “Gerçek” dünyanın gerçekliğini pekiştirmeye çalışırken “gerçek” kavramını içinden çıkılmaz bir hâle getirir. Örneğin Newton’ın yer çekimi kuramını kadın-erkek ilişkilerine getirilen bir yorum bağlamında okumak tamamen mümkün ve meşru olacaktır. Daha da ilginci, bu yorumdan yola çıkılarak Anadolu coğrafyasının bazı iklim özelliklerine ulaşılabilir. Fakat zaten Anadolu coğrafyasının iklim özellikleri ölümden sonra yaşama dair pek çok bilgiyi sembolize etmektedir vb. Yani herhangi bir anda herhangi bir şeyden söz etmek artık imkansızdır, “her şey” ve “hiçbir şey” aynı anlama indirgenirler ve mutlaklığı sağlanmaya çalışılan “gerçek” kavramı ancak şizofrenik düzeyde bir algılanma oyununa dönüşür.

Şizofreni, halüsinasyon ve rüya gibi nöral süreçleri oyuna dahil eden bu teori, yukarıda açıklanan nedenlerden ötürü kendi kendini bile imkansızlaştırdığı anda farklı ve görece daha sağlam bir yapıya bürünerek kendini dönüştürebilir. “Peri masalları diyarı”nı bir halüsinasyonun ya da bir rüyanın içeriğinde aramayı önerebilir. Haklı gerekçesi, halüsinasyonlar ve rüyaların tıpkı peri masalları gibi “olağanüstü”nü üretebiliyor olmalarıdır. Öte yandan Tolkien’in yukarıda verdiği tanım neresinden bakılırsa bakılsın bir halüsinasyon ya da rüya içeriğiyle uyuşuyor gibidir. “Her türden hayvan ve kuş”, “kıyısı olmayan denizler ve sayısız yıldız”, “kılıç kadar keskin sevinç ve üzüntü” kesinlikle bir halüsinasyonun ya da rüyanın içeriği olabilirler. Üstelik orada da bazı sorular diyardan bir daha dönmemek üzere kovulmanıza neden olabilir. Örneğin halüsinasyon gören biri, gördüklerinin gerçekliğini sorgulayarak bir şekilde tedavi olmayı seçebilir. Bu anlamda onun “iyileşmesi”, o diyara bir daha dönmesinin olanaksızlığı anlamına gelecektir. Rüyasında uçtuğunu gören biri nasıl olup da uçtuğunu sorguladığı anda rüyanın “doğallığını” bozmadan bu sorgulamayı tamamlayamaz. Uyandığında ise büyü artık bozulmuştur, istese de yeniden o rüyaya dönemez: “kapılar kapanır ve anahtarları kaybolur”. Tolkien de rüyalarla peri masalları arasındaki ilişkiye dikkat çeker:

“Rüya’nın Periler Diyarı’yla bağlantısız olmadığı doğrudur. Rüyalarda aklın garip güçleri ortaya çıkar. Bazı rüyalarda insan bir süre için Periler Diyarı’nın gücünü ele geçirebilir, o güç ki öykünün, tasarlandığı anda kişinin gözleri önünde canlı bir şekil ve renk almasına neden olur. Gerçek bir rüya tam da görüldüğü sırada, bazen neredeyse elflere özgü bir kolaylık ve beceriye sahip bir peri masalı olabilir.”

“Peri masalları diyarı”nın rüyalarda aranması gerektiği hatta onun aslında “rüyalar alemi” denen şeyin ta kendisi olduğu gibi bir sonuca neredeyse ulaşılmış oldu. Öte yandan içerik konusu kesinlikle halledildi. Peri masalları ve rüyalar içerik bakımından kesinlikle ortak bir temele sahiptirler: İnsan beyni. Her ikisinin de kaynağı odur. Bu bağlamda peri masalları için, rüyaların bazen gerçekleştirdiği ve “dışarıda bir yerde” arandığında karşılığı bulunanmayan öyküler olduğu söylenebilir. Ne var ki “neredeyse” ulaştığımız bu noktada ısrarla tereddüt etmemizi gerektiren küçük bir detay vardır. Rüyalarla ya da halüsinasyonlarla peri masalları arasında var olduğu hissedilen, iş buraya varınca ne olduğu bir çırpıda söylenemeyen ama kesin bir tatmini de olanaksız kılan bir şey. “Peri masalları diyarı” tanımına daha dikkatli bakarsak görebileceğimiz bu ayrım noktasını Tolkien şöyle açıklar:

“Ama uykudan uyanan bir yazar size masalının sadece rüyasında düşlediği bir şey olduğunu söylerse, bilerek Periler Diyarı’nın kalbinde yatan asıl tutkuyu kandırıyordur: hayal edilmiş mucizenin düşünen akıldan bağımsız olarak, farkına varmayı.”

Peşine takılıp buraya kadar izini sürdüğümüz tanımın daha en başta bizi bu konuda uyardığını ve aslında bizim de onun uyarısını dikkate aldığımızı tam şimdi hatırlatmak isterim. Tolkien’in seçtiği sözcük ve ifadelerin başka başka anlamlara gönderme yapmadığını, gerçekten “peri masalları diyarı” diye bir şeyi tam olarak o sözcük ve ifadelerle anlattığını, bu tanımı olası mecazî ya da alegorik süreçleriyle değil kendi üzerine kapandığı, kendi kendine yaptığı göndermeler üzerinden açıklanabileceği hâliyle ele almayı kabul ettiğimizde Tolkien’in bu meseleyi algılama biçimini de kabul etmiş olduk. Yani onun yalan söylemediğini varsaydığımızda onun bir rüyasını anlatmadığını da kendiliğinden varsaymış olduk. Aslında en kestirmeden şunu söylemek gerekir: Önemli olan, Tolkien’in bu tanım yoluyla öne sürdüğü her şeye inanmayı tercih etmemizdir. Eğer burada durup onun bir rüyasından (ya da tanımın genelliği göz önüne alınırsa rüyalarına dair genel bir özellikten) bahsettiği yargısına varmayacaksak araştırmamızın henüz sonlanmadığına hükmedip yola devam etmemiz gerekir. Yine de yola devam etmemenin, beynin nasıl peri masalları üretebildiğini sorgulamaktan vazgeçmek anlamına geleceği konusunda uyarmalıyım. Çünkü buraya kadar kat ettiğimiz yol bu can alıcı konuda henüz hiçbir veri sunmadı.

“Dışarıda bir yerde” ya da “beynimde bir yerde” aramaktan vazgeçtiğim “peri masalları diyarı” için nereye bakmam gerektiği sorusuna geri dönüyoruz böylece. Bir illüzyona hayli benzer biçimde bunca zamandır hiç yol almamış olduğumuzu fark edebiliriz. Çözüm, bir izi yanlış yönlere doğru sürdüğünü anlayan bir av köpeği gibi kokunun ilk kaynağına geri dönmek olabilir. Fakat yönümüzü şaşırmamıza neden olan faktörün farkına varmamız gerektiğini de idrak etmeliyiz. Bence bu faktör, “Bu doğru mu?” diye soran çocuğun, aldığı cevaptan sonra öyküye geri dönmesi, aslında sırf öyküye geri dönebilmek için bu soruyu sorma zorunluluğu hissetmesi durumunda kendini açık etmişti: “Öyküye geri dönmek”, tüm dış etkenlerden arındırdıktan sonra öyküden ya da masaldan geriye kalan şeye dönmek, “dışarıda bir yerde” ya da “beynimde bir yerde” değil okuduğum ya da dinlediğim metinde var olduğu hâliyle ona odaklanmak. Birbirini takip eden sözcüklerin, söylem ve ifadelerin, ne “dışarıda bir yerde” ne de “beynimde bir yerde” var olmasa da açık bir anlam bütünü olarak orada var olabilen masal kahramanlarının, sihirli nesnelerin, “yeşil güneş”in ya da “ejderhalar”ın düzlemine dönmekten başka ne ifade ediyor olabilir bu? “Dev kanatları yeşil güneşin ışığını örten leş kokulu bir ejderhanın usulca altın sarayın dev kulelerinden birine konması”nın zavallı köylüler için korku ve dehşetten başka hiçbir şey ifade etmemesi neden kendi başına gayet yeterli olmasın? Böyle bir şeyi okuduktan ya da dinledikten sonra neden kendimi bir okur ve dinleyici olmaktan öte bir şey olarak öyküye dâhil etmek isteyeyim? Onunla olan bütün temasımın tek bir düzlemle, dille sınırlı olduğunu göre göre neden bu ilişkinin başka düzlemlerde de karşılığı olduğuna inanayım?

Son sorunun cevabı, bizim neden yanlış izlerin peşine düştüğümüzü başarıyla açıklayacaktır: Alışkanlık. Her nereden başlıyorsa oraya kadar gidip “anlatma” eyleminin işlevini bugüne kadar takip ettiğimizde bu alışkanlığın yapısını rahatça görebiliriz. Örneğin bilinen ilk anlatı örnekleri bugün bize “masaldan farksız” gelse de o metni yaratan insanlar için muhtemelen çok daha fazla şey ifade ediyordu. Cermen tanrısı Thor’u, ona dair anlatılmış olan mit öyküleri sayesinde biliyoruz. Fakat Cermenler’in Thor’u bir masal kahramanı olarak görmedikleri kesin. Thor bir tanrıydı ve onun hikayelerini anlatıp dinleyen Cermenler ona tapınıyorlardı. Gılgamış Sümerler’in efsanevî yarı tanrısı ve kralıdır. Humbaba isimli canavarı ve Gök Boğası isimli cennet yaratığını yenmiş, Utnapiştim’in inzivaya çekildiği kutsal yere gitmiş, yer altındaki Ölüler Diyarı’nın güçleriyle mücadele etmiştir. Öyküde adı geçen ve Gılgamış’ın ya yardım aldığı ya da mücadele ettiği tanrılar için tapınaklar inşa etmiş olan Sümerliler’in Gılgamış’ı bizim bugün genelde varsaydığımız gibi bir kurmaca anlatı kişisi olarak gördüklerini iddia edebilir miyiz? Thor da Gılgamış da mitlerdeki diğer tanrılar ve kahramanlar da onların maceralarını yaratan kişiler için “dışarıda bir yerde” var olan unsurlardı. Dünyayı evrenin merkezi olarak düşünen Kopernik’in modellemesi modern fiziğe giden yolda çığır açıcı olsa da metinde var olan şey “dışarıda bir yerde” var olanın izdüşümü, gölgesi, temsilcisi gibi kabul edilmiştir. İskender’in fetihlerini ya da Viyana kuşatmasını anlatan tarih metinleri okuru daha en baştan, kesin bir katîlikle okuduklarının “dışarıda bir yerde” karşılığı olduğu konusunda uyarır. Tıpkı Thor ya da Gılgamış için geçerli olduğu gibi İskender’in var olduğuna, bir zamanlar yaşadığına ve tüm o serüvenlerin gerçek olduğuna dair elimizdeki tek kanıt kendinin “tarih anlatısı” olduğunu bir şekilde açıklayan metinlerdir. Bizler de Cermenler’in Thor’a, Sümerler’in Gılgamış’a inandıkları gibi İskender’in varlığına inanırız. Ülkemizin anayasının varlığına, gerçekliğine, “dışarıda bir yerde” karşılığı olduğuna inanmamız da tamamen aynı sürecin bir ürünüdür. Son olarak edebiyatın da “hayattaki karşılığı” konusunda kafa patlattığımızı, modern edebiyat kuramlarının çoğunda bu karşılığın ne olması ya da ne olmaması gerektiği hakkında derin çıkarımların ve tartışmaların bulunduğunu hatırlatmak isterim. Bir metnin sadece kendini ima etme hakkına sahip olabileceği fikri, okuma tamamlandığında biricik gerçeklik kaynağının da kendini tamamladığı, herhangi bir metinden yola çıkarak “dışarıda bir yerde” o metne dayanak aramanın ancak varsayımsal anlamda “doğru” olabileceği düşüncesi çok yenidir. Newton’ın yerçekimi kuramıyla kadın-erkek ilişkileri arasında kurulan bağlantı üzerinden örneklendirdiğimiz gibi herhangi bir metin, okurunun keyfî yönelimi doğrultusunda istenen herhangi bir biçimde okunabilir. Bunun her şeyi içinden çıkılmaz bir duruma sokacağını da gördük. O hâlde bir şekilde metni kendi hâline bırakmamız gerektiği açıktır. Spiderman’in “gerçek” olduğuna inanmak isteyen herkes için bu yol hâlâ açıktır, çünkü aynı yol bize kuantum fiziği metinleri üzerinden evreni yorumlama imkânı sunar. Öte yandan ne Spiderman çizgi romanlarının ne de kuantum fiziği üzerine yazılmış makalelerin doğrudan doğruya bu tarz süreçlere taraf olacağını düşünmek yersizdir; bir metin tamamlandığı anda dilin gerçeklik olanaklarını en kompleks düzeyde kullanarak, bir biçimde daima kendi kendine referanslanan anlamsal bir bütünlük üretir, o kadar.

Öte yandan metin ve rüya, içerikleri birebir aynı olsalar bile iki farklı forma sahiptirler. Masal okumak kesinlikle rüya görmekle aynı şey değildir. Aradaki bu can alıcı farkı oluşturan unsurun da dil olduğunu görebiliriz. Masal her zaman için anlatılan (ya da yazılan) ve dinlenen (ya da okunan) bir şeydir, rüya ise “görülür” ya da yaşanır (ya da yaşandığı yanılsamasını sağlar). “Uykudan uyanan yazar” peri masalına çok benzeyen rüyasını “anlattığında” aradaki bu fark silikleşecek, belki yok olacaktır öyleyse. Fakat Tolkien’in bu konudaki uyarısını hatırlarsak, bu farkın yok olmasının tek bir öncül şartı olduğunu fark ederiz: Yazar bunu rüyasında gördüğünü söylememelidir. Neden? Çünkü bunu yaparsa “Periler Diyarı’nın kalbinde yatan asıl tutkuyu kandırmış” olacaktır: “Hayal edilmiş düşüncenin düşünen akıldan bağımsız olarak, farkına varmayı.”

Artık ne yaparsak yapalım, hangi izin peşine düşersek düşelim “hayal edilmiş düşünce” ile “düşünen akıl” arasındaki farkın “peri masalları diyarı” ile “sorgulayan gezgin” arasındaki ilişki üzerinden çoktan açıklandığını, daha en başta Tolkien’in bu ipucunu verdiğini görmezlik edemeyiz. Kapanan kapılar ve kaybolan anahtarlar “hayal edilen” ile “gerçek olan” arasındaki sınıra dair bir bilgi içeriyor olmalıdır. Aslında açıkça “gerçek olan”dan çıkıp “hayal edilen”e girmek konusunda bir uyarıdır bu: Girdiğiniz bu yerde kalmak istiyorsanız geldiğiniz yerdeki kabullenmelerinizi, prensiplerinizi, gerçeğe dair algılayışlarnızı bir kenara bırakmak zorundasınız. En azından orada bulunduğunuz sürece yapmak zorunda olduğunuz şeydir bu. Bazılarının eskapizm (kaçışçılık) demeyi benimsediği, Tolkien’in ise “alt yaratı” olarak açıkladığı kavramın bizim yolumuza böylece çıkmış olmasını beklemediğimizi söyleyebilir miyiz? Modern edebiyatın Tolkien’in edebî anlayışını bir sorunsala dönüştürdüğü bu aşama, “peri masalları diyarı”nın izini süren herkesin aşması gereken son eşiktir. Neyse ki Tolkien ortada ne bir sorunsal ne de bir eşik olmadığını düşünüyormuş gibi rahat ve berraktır bu konuda:

 

“Bu ruh haline ‘inançsızlığın istekli olarak ertelenmesi’ deniliyor. Ama bu bana gerçekleşen şeyin iyi bir tanımı gibi gelmiyor. Aslında gerçekleşen şey, masal yaratıcısının başarılı bir ‘alt yaratıcı’ olduğunun kanıtlanmasıdır. O sizin aklınızın girebileceği bir İkincil Dünya yaratır. O dünyanın içinde, anlattıkları ‘doğru’dur: o dünyanın kurallarıyla uyum gösterir. Bu yüzden ona, sanki içindeymişçesine inanırsınız. İnançsızlık doğduğu anda, sihir bozulur; büyü ya da daha çok sanat, başarısız olmuştur.”

Çocuğun “Bu doğru mu?” diye sormasının altında onun masala geri dönme arzusunun rol oynadığından bahsetmiştik. Şimdi onun masalın gerçekliğine, aslında edebî bir metin olarak sunabileceği yegâne gerçeklik olan dilsel gerçekliğe geri dönmeyi arzuladığını söyleyebiliriz. Çünkü rüyalarda ancak istem dışı ve genelde kontrolsüzce gerçekleşebilen “hayal edilmiş düşünce”nin dil sayesinde istenen her an, tamamen bilinçli bir yönlendirmeyle ve tam bir kontrol altında yaratılabileceği fikri çocuğun muhtemelen hiç farkında olmadan tespit ettiği bir gerçektir. Ülkesinin anayasasının da tastamam aynı şekilde yaratılmış olduğunu ama onun bir peri masalı olmaktan çok uzak bir şey olduğunu düşünmeye alışmış bir yetişkinin kaybettiği bir beceridir bu. Ailesiyle birlikte evinde güven içinde yaşamasını sağladığına her an şahit olduğu bir şey olarak anayasa üzerinden delilleyebildiği bu alışkanlık için onu suçlamak zordur. Zaten ondan anayasanın gerçekliğine inandığı gibi peri masalının gerçekliğine inanmasını değil anayasa gibi tamamen dilsel süreçler sonucunda oluşan bir şeyin bu süreçlere çok şey borçlu olduğunu fark etmesi istenecektir. Nitekim peri masalı, bu süreçleri doğrudan malzeme olarak kullanan tek anlatı türüdür.

“Peri masalları diyarı” arayışımızın sonuna yaklaştığımızı hissederken tüm bu bilgilerin tam olarak ne işimize yaradığını ve bizi nasıl yönlendirdiğini tespit etmemiz gerekir. Artık bir peri masalının ne “dışarıda bir yerde” ne de “beynimde bir yerde” değil tam var olduğu yerde aranması gerektiğini biliyorum. Var olduğu bu yerse metindir. Bir elfi ya da ejderhayı tarif etmenin, onun davranışlarından bahsetmenin, ona dair bir öykü anlatmanın onu yaratmakla tamamen aynı anlama geldiğini anlamalıyız. Bunun da ötesinde onun tüm varlığının o metnin içinde gerçekleştiğini, metnin dışına taşan hiçbir varlığının bulunmadığını fark etmeliyiz. Bu farkındalığı kaybettiğimiz anda ortada ne bir elf, ne ejderha ne de hatta bir peri masalı kalmayacağını, kapıların kapanıp anahtarlarının kaybolacağını görmeliyiz. O hâlde “peri masalları diyarı” hakkında yaptığımız araştırmamızda yola çıktığımız metne geri dönmek zorunda olduğumuz sonucuna varmamız kaçınılmazdır. Çünkü başka hiçbir yerde yoksa bile “peri masalları diyarı” orada vardır ve Tolkien’in “sihir”i sayesinde Thor’un, İskender’in ve anayasanın var oldukları hâliyle vardır. Bizim böyle bir yolculuğa çıkmamızın nedeninin sorular sormaya başlamak olduğu da göz önüne alınırsa bu sonuca neden bu kadar dolaştıktan sonra ancak şimdi ulaşabildiğimizi de anlayabiliriz. Çünkü sorular sormak kapıların kapanmasına ve anahtarların kaybolmasına neden olmuştur. O hâlde “peri masalları diyarı” her neyse ondan haberdar olduğumuz yere, bize onun hakkında bilgi veren metne dönmemiz ve çenemizi kapalı tutmayı öğrenmemiz gerekir.

“Bunun akılsızca bir macera olduğunun farkında olsam da, peri masalları üzerine konuşmak niyetindeyim. Periler Diyarı tehlikeli bir ülkedir ve bu diyarda ihtiyatsızlar için tuzaklar, fazla cesur olanlar için de zindanlar vardır. Okumayı öğrendiğimden beri perimasallarını sevip zaman zaman onlar üzerine düşünsem de, masalları profesyonelce incelediğime göre ben de fazla cesur sayılabilirim. Bu diyarda sadece merak dolu ama bilgisiz bir kâşif (ya da davetsiz bir misafir) oldum.

“Peri masalları diyarı geniş, derin ve yüksek olup bir sürü şeyle doludur: orada her türden hayvan ve kuş bulunur; kıyısı olmayan denizler ve sayısız yıldız; büyülü bir güzellik ve her zaman var olan tehlike; sevinç ya da üzüntü, ki ikisi de kılıç kadar keskindir. Masallar diyarında gezinmiş olan insan kendini talihli sayabilir, ama diyarın zenginliği ve garipliği onları anlatmaya kalkışacak gezginin dilini bağlar. Ve gezgin bu diyardayken fazla soru sorması tehlikelidir, yoksa kapılar kapanır ve anahtarları kaybolur.”

 

*İllüstrasyon fantastikedebiyat.com ressamı Hasan Keskin’e aittir.