Neden Fantastik Edebiyat? – Yahut Dilin Fantastik Yapısı Üzerine Bir İki Mülahaza
Bir tür olarak fantastikle ilgili çözülememiş, uzlaşılamamış hala pek çok şey var. Basit bir “nedir?” sorusunu yönelttiğimizde bile işin içinden kolaylıkla çıkamıyoruz. Çünkü işin içine “gerçek olmayan”, “gerçeküstü/doğaüstü” gibi bazı kavramlar giriyor ki daha bu anda bile çözüm imkansızlaşıyor. Gerçekten de fantastiği tanımlamaya çalışırken “gerçek olmayan” tabirinden yola çıkmak cezbedici derecede pratiktir. Elfler ya da büyüler gerçek diye bildiğimiz evrene ait şeyler değildir çünkü. Dahası bu durum onları büyük, kapsayıcı, tatmin edici bir çatı altında toplamaya yeter. O denli tatmin edicidir ki bu, “gerçek” basamağı üzerinde hiç oyalanmadan onun sayesinde birbirine bağlanmış olan elflere ya da fantastik kavramına atlar, neyi görmezden geldiğimizi düşünmeye pek hevesli olmayız. Todorov fantastiği tanımlarken, olağanüstü bir durumla karşılaşan kahramanın, durumun gerçek olup olmadığıyla ilgili yaşadığı bir tereddüt anından bahseder. Belki de az önce bahsettiğimiz o eşiğin farkına nihayet varmış olduğundan Todorov’un bu tanımı epey rağbet görmüştür. Halbuki Todorov’un tanımı, eşiğin farkına varmaktan başka pek az şey yapmıştır. Çözümün imkansızlaşması onun tereddüt eşiğiyle beraber daha çok canlanır. Eşiğin ne olduğu sorusu öylesine ön plana çıkar ki o eşikte yaşanan tereddüt, korku ya da artık her neyse, bir duygunun tanımı tüm önemini yitirir. Artık sorulması gereken soru “eşik nedir?”den ibarettir –ya da daha açık söylemek gerekirse “gerçek nedir?”.
“Gerçek nedir?” gibi çılgınca bir soru fantastiğe çizilen sığ sınırları alt üst etmeye, o sınırların dar alanında yapılan huzurlu avarelikleri sona erdirmeye fazlasıyla yeterlidir. Böyle bir soru fantastiği akademik kürsüye layık bir tür haline getirmek için de yeterlidir aslında. Bu son iddiayı “nedir?” sorusundan –şimdilik- kurtulmak adına bir fırsat sayıp bu yazının asıl amacına geçmek istiyorum. Tanım odaklı akademik girişimler hiç açılmadan yüzyıllarca gözden uzak tutulsa bile fantastiğin kendisiyle ilgili konuşulacak konuların sayısı hiç de azalmış olmaz. Kendi sınırlarını kendisi tayin eden, bu sınırlarla oynama, onları silme, ardından yeniden çizme, yadırgansın ya da yadırganmasın çocuk evlilikleri gibi uç derecede tabu kabul edilen konulara bile girmeyi göze alma gibi hakları sıklıkla kullanmaktan çekinmeyen, hal böyle olunca dizginlenmesi, durdurulması, yön verilmesi pek kolay olmayan, yani tüketilemeyen, sonsuza yakın bir alandan bahsediyoruz. Dünya üzerinde fantastik adına yalnızca Tolkien’in eserleri var olmuş olsaydı bile pek az değişirdi bu durum. Yahut yalnızca Orkun Uçar’ın Derzulya’sından haberdar olsaydık ve çaresizlikten ona “macera romanı” deme gafletinde bulunmuş olsaydık bile o fantastik etki varlığını rahatça hissettirirdi. Hayır, fantastiği yaşamak için ille de onun ne olduğunu bilmemize gerek yok gerçekten de.
Üstelik ben bir sanat ya da düşünce türü olarak fantastikten değil, yalnızca fantastik edebiyattan bahsetmek istiyorum (alanı giderek daraltma çabası olarak da yorumlayabilirsiniz). Nedir sorusundan kaçınmak için çok uğraşmış olsam da fantastikle ilgili çok genel, bir parça öznel, detaylandırılabilirse de şu an için bundan da kaçınmak istediğim bir tanıma sahibim. İnsan medeniyetinin her zerresinin göstergebilimsel unsurlardan oluştuğunu düşünüyorum (dilsel unsurlar da diyebilirsiniz). Bu, gerçek dediğimiz şeyin de ne kadar şüpheli bir kavram olduğu üzerine düşünmemizi sağlayabilir. Öte yandan bu düşüncem doğruysa, yani bizim bugün “insanlık” dediğimiz şey göstergebilimin kaypak argümanlarından başka hiçbir gerçeklik zeminine sahip değilse, gerçeği salt, kendine özgü olarak konumlandırabileceğimiz bir alan da kalmıyor demektir. “Her şey fantastik”tir diye bir iddiada bulunmaya pek niyetli değilim ama en azından şunu söyleyebilirim: “Gerçek” silahını bırakmadan fantastiğin ne olduğunu anlamaya çalıştığımız sürece eninde sonunda gerçeğin de son derece fantastik bir şey olduğunu anlayıp yerimize oturacağız. Hala böyle bir niyetim yok, bu konuyu şimdi ve burada tartışmak istemiyorum. Fakat göstergebilimle insanlık arasındaki bağı deşip fantastiğin oyun alanını ortaya çıkarmam gerekiyor.
Bu da bizi nihayet “neden?” sorusuna getiriyor. Fakat “neden fantastik?” diye değil “neden fantastik edebiyat?” diye soracağım, çünkü fantastikten bahsetmek için bütün bir göstergebilim alanını kat etmem gerekecek, fantastik edebiyat içinse göstergebilimin dil (İng. language) dediğimiz kolu yeterli olacaktır. Dil, doğa dediğimiz şeyin, fizik yasalarına tabi evrenin bir olasılığıdır. Fakat bu olasılık, sesleri ya da simgeleri bir iletişim kurma becerisi olarak kullanma (konuşma, duyma ve okuma-yazma) durumuna yönelik bir olasılıktır. Yine de doğadaki en fantastik (belki de tek fantastik) şeydir dil. Fakat fantastik edebiyat fiziksel dilden, dil ediminden, konuşma ya da okuma yazma yeteneğinden ileri gelmez. Nasıl ki dil evrenin bir olasılığıysa fantastik edebiyat da dilin bir olasılığıdır. Ne var ki dil en başından beri, hatta bugünden sonrasında da hep düşük bir ihtimaldir, oysa fantastik edebiyat dille tam olarak aynı anda var olur. Dil içerisinde o kadar yüksek bir ihtimaldir ki büyük oranda kaçınılmazdır. Daha açık konuşmak gerekirse, ilk insanların ilk kez gök gürültüsünü duyduklarında kurdukları cümleyi hayal etmenizi isteyeyim sizden. Daha doğrusu dili keşfetmiş, kullanmaya başlamış, o ana dek pek çok şeyi adlandırmış (ya da belki adlandırmaya gök gürültüsünden başlayacaklardır, fark etmez)insanların verecekleri ilk dilsel tepkiyi hayal edin (şaşırma ya da korku belirten bir nidayı dilsel bir tepki olarak düşünmeyin. Ben ilk sözcükten bahsediyorum). Hem dilin hem de daha az önce onunla aynı anda doğmuş olduğunu söylediğim fantastik edebiyatın kökenine dair güzel bir zihin deneyi olurdu bu. Öte yandan İskandinavlar’ın gök gürültüsüne verdikleri ilk dilsel tepkinin özellikleri hakkında epeyce şey biliyoruz bugün. Elbette daha o ilk anda hep bir ağızdan “Thor” diye bağırdıklarını iddia edemeyiz ama bu ilk dilsel tepki fiziksel evrende muhtemelen hiç var olmamış bir şeyin, Tanrı Thor’un, Odin’in, sonra Thor’un çekicinin, Asgard’ın ve aslına bakarsanız muazzam bir mitolojik anlatının doğmasını sağlamıştır. Bizim bugün fantastik edebiyat diyebileceğimiz (en azından Kalavela ele alınınca) bütün bir İskandinav mitolojisi, bu mitolojiyi ilk kez dillendiren insanlar için Newton’un yerçekimi yasasından çok daha gerçekti.
Boşta bulunup fantastiğin saçmalıklar ürettiği yargısına varabilirsiniz bu halde. Halbuki onun ürettiği tek şey metindir. Kalavela, içinde yazanlar gerçek olsun ya da olmasın, onlara inanan birileri bulunsun ya da bulunmasın vardır. Bir metin olarak vardır ve bu yüzden en katı gerçekçi tutuma göre bile gerçektir. Aslına bakarsanız fantastik edebiyatın ürettiği –en azından üretmeye meylettiği ya da doğrudan/bizzat ürettiği diyelim- tek şey işte budur: Metin. Saçmalık, inanma/inanmama, gerçek, mantıklı, güzel gibi yorumları üreten o değildir, bütün ağırlığıyla bu angarya insanın omzuna yüklenmiştir. Öyle dengesiz bir yüktür ki bu, en az İskandinav Mitolojisi kadar fantastik olan insan hakları, devletler, dinler, borsa, şirketler, ülke sınırları, hukuk, trafik kuralları, ahlak, etik gibi modern çağın sayısız değişmez unsuru için “saçmalık” diyen kişi sayısı her gün daha da azalmaktadır. Yani bir bakıma Thor’u yaratan insanlarla serbest piyasalar kurulunu yaratan insanlar tam olarak aynı şeyi yapmışlar, yarattıkları bu şeylere karşı aynı “gerçek” olma tavrını takınmışlardır. Thor’un gerçek olmadığını, hukuki süreçlerinse gerçek olduğunu savunan birisi eninde sonunda bir çelişkiye toslamayı göze almalıdır o halde. Ve “neden fantastik edebiyat?” sorusu için ilk cevabı burada bulmamız mümkün: Çünkü gerçekliği konusunda hangi yorumları yaparsak yapalım en gerçek diye bildiğimiz olgunun özünde fantastik metinler vardır.
Saussure dilin rastgeleliğinden söz ettiğinde dilbilim alanında dikkate değer bir devrime imza atmıştı. Rastgelelik şu demek: “Elma” sözcüğünün elma nesnesiyle hiçbir nedensel bağı yoktur. Elmaya neden elma dediğimizi hiçbir pozitiflikle açıklayamayız. Nitekim bizim elma dediğimiz şeye İngilizcede “apple” denir, Almancada “apfel”, Ermenicede “khndzorner”, Hawai dilinde “mele”, Slovakçada “jablka” denir. Genel anlamda elma olgusundan değil de tek bir elmadan bahsetseniz bile durum değişmeyecektir. Elinize bir elma alıp yukarıda saydığım dilleri konuşanlara göstererek “bu nedir?” diye sorduğunuzda nesne bire bir aynı olduğu halde hepsinin vereceği cevap farklı olacaktır. Bu durumu açıklarken basitçe, aynı kavramın farklı dillerde farklı sözcüklerle sembolize edildiğini söyleriz. Yani apple da, apfel de, khndzorner de, mele de, jablka da “elma demektir”. Bu durum daha detaylandırılabilir (bkz. Saussure, Genel Dilbilim Dersleri). Fakat sadece bu örnek bile şunu kesinleştirir: dil (dil ediminden bahsetmediğimi bir kez daha hatırlatmalıyım), doğadan bağımsızdır. Yani doğada olanın dilde de olmasını bekleyemeyiz. Aynı biçimde dilde olanın da doğada aranması gereksizdir. Bu, en klasik haliyle fantastik-gerçek ikiliğinin bir bütün halinde çöpe atılması gerektiği anlamına gelir.
Şimdi elmadan –mesela- “elf”e sıçrama zamanı. Soru şu: “elma”nın bir elması, yani sembolize ettiği fiziksel bir unsuru varsa “elf” sözcüğünün de böyle bir yetkinliği var mıdır? Çoğu kişi “yoktur” diyerek daha az önce uyardığım tuzağa düşecekler korkarım. Halbuki bal gibi vardır. “Elf”in sembolize ettiği fiziksel bir elf vardır. Bu fiziksel varlığın nerede olduğu sorusu buradaki tuzak sorudur işte. Bu soru aklınıza elfin doğadaki karşılığını getiriyor muhtemelen. Fakat bir önceki paragrafta dilin doğadan bağımsız olduğunu söylemiştim. “Elma”nın elmayla olan ilişkisi rastlantısaldır, tesadüfidir ya da Saussurecülüğe geri dönersek yapısaldır. İki öğe (Saussure bunlara gösteren ve gösterilen diyordu) ancak bu bağlamda bir araya getirilebiliyor. Bir ağaçta yetişen ve genelde kırmızı olan o tatlı meyveyle ilgili bir şeyler biliyor olmanız, hatta onun adını biliyor olmanız bile yapısal bir durumdur. Dolayısıyla ne “elma” göstereni ne de gösterilen unsur olarak elma fiziksel değildir. Her ikisine de fiziksel bir özellik atfeden insanlardır. Gösteren olarak “elf” ile gösterilen olarak elf (sivri kulaklı, iyi huylu, çok uzun bir ömür süren nazik yaratıklar) de işte tam bu bakımdan elmayla bire bir aynı özellikleri gösterir. Birine “gerçek” diyorsanız ötekine de gerçek demeniz gerekir. Birine hayal ürünü diyorsanız bilin ki diğeri de tam olarak aynı ölçüde hayal ürünüdür.
İşin güzel tarafı da burada sanırım. “Neden fantastik edebiyat?” sorusuna verilebilecek en iyi cevaplardan biri dilin bu tuhaf yapısından kaynaklanıyor. Elma ve elf kavramları dilsel boyutta aynı öze ve özelliklere sahipse ikisinin arasında estetik bir tercih yapmak durumunda kalan biri farkında olmadan bu makalenin eksenine oluşturan soruyu cevaplandırmış olur. Bu kişi için fantastiğin, fantastik edebiyatın, dilin, Saussurecü yapısalcılığın, Tolkien’in ne ya da kim olduğu hiç önemli olmayacaktır. Eğer çok aç değilse ya da iflah olmaz bir elma müptelası değilse hemen her seferinde tercihini elften yana yapacaktır. Fantastik edebiyat, dilden beslenen bir üretim süreci olarak işte bu yüzden güzeldir ama aynı oranda kaçınılmazdır.
Cidden, güzel ve zarif, akıllı, ölümsüz, neşeli bir yaratığın maceralarının peşine düşmek varken kim bir elmanın ne denli harikulade olduğu yönündeki sıkıcı betimlemelere takılıp kalmak ister ki?
Editörün Notu: Kapak illüstrasyonu site editörlerimizden Hasan Keskin’e aittir.