Amat’ın “fantastik edebiyat” başlığı altında incelenmesi şüphesiz bir parça tartışmalı olacaktır. “Büyülü gerçekçilik” ve “postmodernizm” gibi güçlü alternatiflerin söz konusu olması bir yana Amat’ın hiç de bildiğimiz anlamda “fantastik edebiyat” olmadığı gerçeğini göz ardı edemeyiz. Bu durum üzerinde tartışılabilir ve sonuçta yararlı bir tartışmanın ortaya çıkacağı öngörülebilir. Fakat ben asıl sorunun, Amat’ın ve İhsan Oktay Anar’ın diğer bazı romanlarının “fantastik edebiyat” başlığından özenle uzak tutulmasının temel nedeninin farklı olduğunu düşünüyorum. Çoğu kişi için bu neden, “saygınlık” kavramıyla ilişkili çeşitli teoriler etrafında şekillenmektedir. Ne de olsa “fantastik edebiyat” “popüler” bir türdür ve İhsan Oktay Anar için “popüler edebiyat yazarı” demek hiç doğru olmayacaktır. Doğru, Anar’ın yaptığıyla bugün “popüler edebiyat” dediğimiz eserlerin yaptıkları arasında dağlar kadar fark var. O hâlde sorun ne kendi başına Anar’la ne de fantastik edebiyatla ilgili. Anar’ı popülerle örtüştürmekten imtina eden ama fantastik edebiyatı bir çırpıda bu kategoriye dâhil etmekte sakınca görmeyen şu bilindik yaklaşımın kendini sorgulaması ve durup bir düşünmesi belki bu sorun için bir çözüm olabilir. Elbette bu öneriler, ortada bir sorun olduğunu düşünenler için geçerli olacak.
Ben Amat’ı çok az bir çekinceyle “fantastik edebiyat” başlığı altında değerlendirmeyi seçiyorum. Çekincem romandaki fantastik unsurların ve fantastik etkinin yeterince öne çıkarılmamış olmasıyla ilgili. Üstelik “yeterince” sözcüğünün fena hâlde öznel bir ölçüt olduğu da göz önüne alınırsa ortada bir çekince falan olmadığı da varsayılabilir. Sonuç itibariyle Amat’ta fantastik var, gayet önemli bir yer kaplıyor ve anlatının bir stratejik unsur olarak fantastikten faydalandığı görülebiliyor. Bundan ötesi yazarın ve anlatının işine karışmak olur. Bir toplumcu-gerçekçinin anlatıda ille de toplumsal mesaj araması gibi Amat’taki her taşın altını kaldırıp onun göründüğünden daha fantastik olmadığını anladığımızda yaygara koparmak çok sevimsiz olacaktır. Amat her edebi metin gibi kendi dinamikleri olan ve her ne yapmışsa tam olarak onu yapmış olan bir metin. Bizim şansımız onun fantastiği de kullanmış olması ve aklımız yeterince başındaysa bundan daha fazlasını umamayız.
“Amat”, romandaki en önemli mekân olan Osmanlı gemisinin adı. Amat da bu geminin belli bir seferine dair çok ilginç şeyler anlatan bir roman. Öte yandan Amat gemisi, romandaki en önemli fantastik unsur. Anlatının sonunda onun, “Uçan Hollandalı” benzeri efsanevî bir namı olduğunu anlıyoruz. Romanın anlatıcısı bu efsanenin çok bilindik öyküsünü anlatıyor, herkesin kulaktan kulağa duyduğu ve bir biçimde etkilendiği ama belli ki hakkında birbirinden farklı pek çok rivayetin dolaştığı bir öyküyü derleyip toparlıyor. Bunu yaparken bu efsane hakkında çeşitli araştırmalar yapmış ya da onunla ilgili bildiği bazı şeylerden kitaplarında, hatıratlarında ya da tarihçelerinde bahsetmiş kişilerden alıntılar yapıyor ya da bir biçimde onlara göndermeler yapıyor. Fakat bu alıntılar ve göndermeler öykünün derlenip toparlanmasında çok etki göstermiş olsa da anlatıcının konumunu içinden çıkılmaz bir hâle sokuyor. Çünkü anlatıcı safiyane bir merakla, devlet tarihçesi çıkartmakla görevlendirilmiş bir saray tarihçisinin ciddiyetiyle yapmıyor bunları. Bir süre sonra onun da Amat gemisiyle ilgili kendince bir öncül fikri olduğu anlaşılıyor. Çok da gizleme ihtiyacı duymadan taraf tutuyor. Her seferinde “Kaptan Efendimiz” diye hitap ettiği Diyavol’un aslında iblisin ta kendisi olduğunu söyleyen Kuyruklu Rıza Çelebi’nin bu görüşlerine yer verdikten sonra okuru Rıza Çelebi’nin bu bilgileri tımarhanede yazdığı ve delinin teki olduğu konusunda ikna etmeye çalışıyor. Yani sonuçta anlıyoruz ki Amat gemisi hakkındaki binbir çeşit rivayetten birini dinlemekten başka pek bir şey yapmamışız.
Amat’ın anlatıcısını bu kadar önemli yapan da bu. Böyle bir geminin var olduğunu da, bu gemiye dair türlü rivayetlerin olduğunu da, bu rivayetlerden bazılarında verilen türlü çeşit bilgileri de onun sayesinde öğreniyoruz. Dolayısıyla içgüdüsel olarak bize bu söylentiler arasında rehberlik etmesini bekliyoruz ve o da tam olarak bunu yapmayı vaat ediyor gibi görünüyor. Fakat sonunda onun da aslında bu işin içinden tam olarak çıkamadığını görüyoruz. Hâliyle bizi getirip bıraktığı yerde kafamızın en az onun kadar karışmış olduğunu fark ediyoruz. Oturup birazcık daha düşündüğümüzde kaçınılmaz olarak şunu görüyoruz: Anlatıcının tüm kendinden emin tavrı ve güvenilirlik vaat eden rehberliği, romanın sonunda bizim tam da böyle hissetmemizi sağlamak için ince ince ayarlanmış. Onun anlatı boyunca yaptığı rehberlikten de bu rehberliğin aslında çok da güvenilir olmadığını anladıktan sonra da tüm diğer hislerimin ötesinde estetik bir haz yaşadığımı söylemek zorundayım. Yani Amat’ın anlatıcısı bence herhangi bir “anlatıcı”nın mutlaka yapması gereken şeyi son derece başarıyla yapıyor: Ne anlatırsa anlatsın, nasıl anlatırsa anlatsın, anlattığı şeyden ve onun anlatım sürecinden zevk almamı sağlıyor. Şüphesiz bu, zeki bir yalancının da becerebileceği bir şey ama ben de edebiyattan zeki bir yalancının yapabileceğinden daha fazlasını beklememek gerektiğini bir süredir biliyorum.
Evet, Amat’ta anlatıcı çok önemli bir anlatı unsuru ama anlatının tek unsuru da değil elbette. Anlatı kişilerinin romandaki varlığı neredeyse anlatıcı kadar baskın. Diyavol ve Süleyman gibi bazı önemli kişiler anlatının temel akışında rol alıyorlar. Amat efsanesinin içinde gemiyle beraber efsaneleşmiş adamlar bunlar ve efsanenin eylem alanlarını dolduruyorlar. Anlatıda bir düalizm varsa onun Diyavol ile Süleyman üzerinden kurgulanan bir düalizm olduğu söylenebilir. Romanın sonunda bu durum pekişiyor ve bir parça da açıklık kazanıyor. Çünkü anlatıcının bu iki adamın birinden yana taraf olma eğilimleri gösterdiği görülüyor. Bu bağlamda öykünün kendi tayin ettiği sonuna dair çeşitli alternatiflerin olduğunu anlıyoruz ve hiç benimsemediği bu alternatiflerde her ne hikmetse bu iki kişi arasında onun taraf olmadığı adamın zafer kazandığı birkaç tanesi de var. Yani aslında bu efsanenin tam olarak nasıl sonlandığı hakkında kesin bir fikrimiz olamıyor. Amat’taki anlatı kişileri, yaptıkları tüm o ilginç işlerden sonra nasıl bir sona ulaşıyorlar bilmiyoruz. Elbette anlatıcı sayesinde bazı fikirlerimiz oluyor ama zaten romandaki en büyük sorunsal izlek de anlatıcıya güvenip güvenemeyeceğimiz konusu.
Yüksek lisans tezimde Vladimir Propp’un “eylem alanları” şemasını Amat’a uygulamış ve çok nadir rastlanabilecek bir sonuca ulaşmıştım. Öncelikle anlatıcıya güvenmek ya da güvenmemek durumları esas alınarak ortaya iki farklı şema çıkacağını iddia etmiştim. Güvenilir anlatıcının söz konusu olduğu şema anlatının temel eksenine son derece uygun sağlam bir yapı ortaya çıkartıyordu. Anlatıcıya güvenmemeyi ve onun referans gösterdiği diğer söylentilerin kabaca bir ortalaması alınarak öykünün baştan oluşturulduğu bir şema söz konusu olduğundaysa anlatının temel ekseninin neredeyse tamamen tersine döndüğü görülüyordu. Asıl önemli olan ve nadir rastlanabilecek durum olarak tanımladığım olaysa bu şemada anlatıcının da bir eylem alanını işgal ettiğiydi. Bu eylem alanı Propp’un “Düzmece Kahraman” ismini verdiği ve genel itibariyle “Kahraman” eylem alanındaki anlatı kişisinin rolünü üstlenmeye ya da onun bu rolü üstlenememesini sağlamaya çalışan anlatı kişilerinin yer aldığı başlıktır. Anlatıcının, kahramandan rol çalmaya çalıştığı bir romanla karşı karşıya olduğumuzu gösteren bu sonuç, Amat’ın ilginç karakteristiğine dair ipuçları veriyor. Yine de bence en büyük ipucu, bu ikinci şemanın bir biçimde çıkartılabilmesini mümkün kılan anlatı stratejisidir. Dolayısıyla dönüp dolaşıp romanın üst düzey başarısına gelmiş oluyoruz.
Söyleyecek çok şey var. Çünkü Amat gerçekten dolu dolu bir roman. Çok boyutlu, çok derin ve çok zekice kurgulanmış. Ondaki yan karakterlerden ve bu karakterlerin hem kurgusal hem de stratejik özelliklerinden, Diyavol’un üzerinden asla kalkmayan gizemli pustan, ölümsüzlük ve ölüm kavramlarının işleniş biçiminden ve “Arap İmam’ın kahvehanesi”nden uzun uzun söz etmek isterim. Fakat böyle bir şeye kalkışmak Amat’tan daha hacimli bir metin yazmayı gerektirecektir. Görece daha önemli olanlardan kısaca bahsettimse de kendimi pek az şey söylemiş gibi hissediyorum. Bilmem anlatabildim mi?
Doç. Dr. Kerime Yazıcı – Postmodern Anlatıbilim Araştırmaları Derneği Başkan Yardımcısı
Amat’ta kullanılan anlatı teknikleri Türk edebiyatı içerisinde pek çok yeniliği barındırmaktadır. İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası’nda ilk ve görece daha biçimsiz bir örneğini verdiği “Yeni Tarihselcilik” anlayışının Amat’ta tastamam bir anlatı tekniğine dönüştüğü, dahası tüm anlatının bu anlatı tekniğinin sonuçları bağlamında bir anlam kazandığı görülür. “Yeni Tarihselcilik”, klasik tarih anlayışının gerçekle kurmacayı birbirine kaçınılmaz olarak yaklaştırması durumunu sorun edinir. Amat’ta ortaya çıkan ve yukarıda “fantastik” olarak yorumlanan durumun bence bu bağlamda değerlendirilmesi ve yarattığı şaşırtmaca etkisinin daha bir ön plana çıkartılması gerektiğini düşünüyorum. Konu hakkında yapılmış güzel bir çalışma için şu linkteki makaleye göz atmakta fayda vardır: https://dergipark.org.tr/soylemdergi/issue/23919/283092 .
Diyavol Paşa – Kalyon Kaptanı
Amat’taki serüvenlerimizle ilgili epeyce efsanenin ortalıkta dolaştığı doğru. Bunlardan bazılarının bezginlik verecek düzeyde aşırıya kaçtığı söylenebilirse de genel itibariyle toplumdaki algı bazı ufak tefek sapmalar haricinde aslına çok uygun. Yine de bunca yıl aradan sonra tüm bu maceranın derli toplu bir hikâyesinin oluşturulmuş olması pek hoş. Uzun İhsan Efendi’nin daha önceki eserlerini de severek okumuş biri olarak bu tarihî belgeseli onun hazırlamış olmasına ziyadesiyle memnun oldum. Hiç çarpıtmadan, ne yaşandıysa tam olarak onu aktardığı ve bununla da kalmayıp tuhaf söylentilerle insanların aklını bulandıran bazı araştırmacılara ağzının payını verdiği için kendisine teşekkür etmeyi bir borç telakki ediyorum.
Ass Trichomes Of Dragons – “Ejderhalar Hakkında 100 Şey” (Youtube Kanalı)
Ben bu kafayı anlayamıyorum. Yani, bir gemi var ve bu gemi belli ki büyülü. Demon bir kaptanı ve hero ile anti-hero arasında gidip gelen bir kahramanı var. Bir sürü de güzel sahneler tasarlanmış, battle fictionlara özellikle tav oldum. Gel gör ki hikâye anlatıcının dedikodu merakına indirgenmiş. O şunu demiş, ötki bunun tersini söylemiş, falan filan. Bununla uğraşılacağına bir deniz canavarı eklenseymiş, Pirates of the Caribbean tarzı bir denizler diyarı kurgusu oluşturulsaymış, ne bileyim en azından Süleyman’ın rüzgarı durdurması üzerinde biraz daha durulsaymış falan ortaya çok dehşetli bir şey çıkabilirmiş. Yazarın böyle bir kurgunun altından kalkacak kadar yetenekli olduğu kesin ama nedense başka başka şeylere yönelip romanı ziyan etmiş. Okunmaz mı? Yine okunur tabii ama bana bir kere okumak yetti. Moby Dick’i bile (çocukken) iki kere okumuş olan ben Amat’ı bir kere okumanın fazlasıyla yettiğini düşünüyorum.
Barkın Çelikgüden – “Herif Gibi Sövmek” Kitabının Yazarı
İhsan Oktay Anar Türk edebiyatının çok değerli bir yazarı. Bir AVM’de onun çıktığı tuvalet kabinine hemen ondan sonra girme imkanım olmuştu. Çok hoş bir olaydı. İçeride işim çok uzun değildi ama her saniyesi dolu dolu geçmişti. Bu köhne ama samimi, duvarlarında çeşit çeşit edebî vecizenin bulunduğu kabin gözüme çok uhrevi görünmüştü. Başka hiçbir tuvalet kabininde benzer bir hissiyata erişebildiğimi hatırlamıyorum. Şöyle demiştim kendi kendime: “Şu ak ak parıldayan klozetin, ortasından solmaya başlamış sifon düğmesinin, kim bilir hangi dereden yola çıkıp tam şu anda burada bulunma şansına erişmiş olan şu klozet suyunun dili olsa da anlatsalar böyle bir kabinin parçası olmanın anlamını”. İşim olmasa orada uzun saatler geçirebilirdim. Hatta Herif Gibi Sövmek’in sekizinci kitabını hemen oracıkta yazıp tamamlamak için bir saat on beş dakika zamanım olsun isterdim. Fakat kim bilir hangi benzer duygularla bu kabine girmeyi arzulayan insanlar hemen dışarıda beklerken orayı daha fazla işgal etmeye hakkım olmadığını biliyordum. Sevgili İhsan Oktay’la olan bu samimi hatıramdan ilk kez bu vesileyle söz etmek istedim. Herkese kabin dolusu sevgiler.
Dolma-lık Kalem – Aylık Edebiyat Dergisi
Okurunu anlam uçurumlarında bir başına bırakan, bireyin içsel çöküşünün ve sonsuz yalnızlığının bir tokat gibi yüzüne vurulduğu, özgün ve damıtılmış bir eser Amat. Diyavol Paşa üzerinden zirvedeki kaçınılmaz yalnızlığın, Süleyman Reis üzerinden insanın bitimsiz arayışının ve Kazdağlı Tomarcı üzerinden sıradan insanın hayat karmaşası karşısındaki basit ve açık tutumunun bir anlatısı sunuluyor. Her satırında Osmanlı insanının ayrı bir özelliğine ışık tutulmuş. Her sayfada hayata karşı bir başkaldırı, egemen düzenin dayatmalarına karşı sessiz bir direniş var. Kısacası Amat, bir romandan bekleyeceğiniz her şeyi leziz bir aromayla sunan eşsiz bir başyapıt.